1 Mayıs 2024 Çarşamba

Efe Dağlı yazdı | Buluşma

Irkçılık ve dinsel nefret öncelikle Müslümanları "düşman öteki" haline getirerek şiddetleniyor. Hızla ama dar politik amaçlara sıkışmayan bir düşünsel kapsayıcılıkla ezilenlerin yanında saf tutmak hayatidir. Bunu kavrayamamızın bedeli, gettolaşmanın şiddetlenmesi ve dar grup dünyalarının birer duvarına dönerek içindekilerin hapishanesi halini almasıdır. Mağdura, mazluma kimliği sorulmaz. Bizzat kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğrar, zulme maruz kalıyorsa kimliğiyle etkileşim kurulur ve onun içinden konuşulur.

Dindar bir Müslüman olduğunuzu varsayın.
Avrupa'nın kimi ülkelerinde kutsal kitabınız yakılıyor. Peygamberiniz aşağılanıyor. Aynı dini paylaştığınız, kardeş bildiğiniz insanlar ırkçı ve dinsel nefret nedeniyle katlediliyor. Büyük çoğunluğu müslüman mülteciler Akdeniz'de boğulunca "demokrasi" diyen devletlerin gıkı çıkmıyor. Ne ölünüze tahammülleri var ne dirinize.

Dönüyorsunuz Ortadoğu'ya, ABD Müslüman halklara zulmetmiş, İsrail hala Filistinlileri katlediyor ve siyonist motivasyonunu hiç kaybetmiyor.

Ne hissederdiniz?

Korkunç bir yalnızlık!? Çaresizlik? İntikam arzusu? Ne?!

Böyle zamanlarda mazlumun, mağdurun, gadre uğrayanın dostu, arkadaşı, sırtını yaslayacağı dağı sosyalistler, devrimciler olması beklenir. Bütün o ırkçı ve dinsel nefretin karşısında eylemli biçimde sokakları yurt tutarak üstelik. Hepsi bir yana Filistin'de şehitleri olan devrimcilerin şiddetin kaynağı olan İsrail siyonizmine karşı eylemli itirazı bir kültür ve gelenek olduğu için onların sokakta olması umulur.
Devrimci, içine doğduğu toplumsal ilişkiler bütününün ürünü ve toplamıdır. Milliyet ve din o bütündeki kültür kaynaklarındandır. Hava gibi, su gibidir. Onun içinden söz alır. "Biz Almanlar" diyen komünistler, "Biz Hristiyanlar" diyen komünistler o kültürle barışık bir dil kurarken kültürel zenginliği işler. Bilinen komünistlerin önemli bir bölümünde bunun etkilerini görebiliriz.

Herkesin tanıdığı Pablo Neruda, "Biz Hristiyanlar" diye söz alır örneğin. Önemli olan içine doğulmuş bulunan kültürle etkileşim halinde olmayı başarmak ve hiçbir inancı, dini, milliyeti diğerine üstün tutmamaktır. Bunlarla barışık olmak, eşitlik bilinciyle ele almak ve tümünü halkçı-demokratik bir bakış açısı etrafında mücadele bileşeni haline getirmektir önemli ve gerekli olan.

Türkiye'de 1971 dönemi devrimciliği tam olarak o halkçı-devrimci damarı temsil ediyordu. Özellikle tarihsel TKP'nin köksüz-kozmopolit varoluş biçimine karşı. 1971 ile ifade edilen ama bütün bir 1970'leri kapsayan kitlesel devrimciliğin hem fiziksel olarak halkın içinde olması hem kültür-tarih birikimiyle barışık olması (dilden müziğe dek) milyonlarca yoksul Anadolu insanıyla organik bağı beraberinde getirdi.

1970'ler devrimciliğinin bu en önemli hasleti, 12 Eylül yenilgisi ardından "halkçı devrimcilik" diye küçümsenerek büyük imkan dışlandı. Kültürel kaynaklar kurutuldu. Türkiye gibi çok uluslu, çok dinli bir coğrafyada konjonktürün de etkisiyle, teorideki adıyla "körleşme" tercih edildi.

Kaçınılmaz olarak daha tekdüze bir siyasal hat ve kültür kaynaklarını dışlayan, üstten bakan uzamış siyasal ergenlik halini alan, yok sayıcılığın gelip çarptığı ilk durak Alevi dinamizmi oldu. Türkiye sosyalist hareketi, olayların da etkisiyle, büyük bir saldırganlığa maruz kalan Alevi nüfusla ilişkilenmeye girer girmez kitleselleşti.

O gün dışlanan, aşağılanan Alevi kimliği ile ilk buluşanlardan olan devrimci sosyalistlere "marksizm" adına sözüm ona eleştiriler getirildi. Ancak öyle bir rüzgar vardı ki hepsi dağıldı gitti. Devrimci sosyalistlerin içeriden yeterince anlayacak ve genellemeye gitmeden olduğu gibi anlayacak, Alevi dinamiğiyle etkileşim alanı oluşturmaları kimi eksiklikler olmakla birlikte tutulan yol doğruydu.
Konu, ana akım İslam olunca tutuk davranmak, eylemli, bedel ödeme pahasına İslam karşıtlığıyla mücadele etme kararlılığı göstermek Türkiye emekçi solunun müşterek eksikliği olarak görünürlük kazanıyor. Dar, daraldıkça toplum-hayat dışına düşmüş marjinalliğin, kitabiliğin anlam taşımadığı evrensel ve yerel örneklerden biliyoruz. Kültür kaynakları ile buluşma, eşitlik hukuku temelinde olmak kaydıyla "Biz Müslüman devrimciler-komünistler" deme ferahlığını, "Biz Türk komünistler-devrimciler" deme bilincini (tıpkı Alevi kömünistler, emekçi Kürtler... gibi) içerir. Burada bütünsel anlamda sosyalist yapılara değil, içindeki bireylerdir konu. Partilerin bir dinle ve milliyetle özdeşleşmesi eşyanın tabiatına aykırı. İçleri ise alabildiğine zengin-çeşitli-renkli olmak durumundadır.

Müslüman gadre uğruyorsa, "Hepimiz Müslüman"ız.

Bu kadar sade ve net! Öyle olmak, elbette kimi genel şartları beraberinde getirir. Gadre uğramadıkları zamanlarda da o nüfusla içeriden, 1970'lerdeki bakış açısıyla ve eşitlik temelinde sürekli-kalıcı bağ kurmak, eğer devrim gibi bir amacınız varsa sırf politik nedenlerle bile mecburidir.

12 Eylül sendromu on yıllar boyunca Türkiyeli sosyalistlerde "selammünaleyküm" dahi diyememe tuhaflığına yol açtığı gibi Alevi halklarından gelenlerin, içine doğdukları dile ve kültüre uzaklaştıklarını da beraberinde getirmiştir. Bunların sonucu, ister istemez bütün kozmopolit, Anadolu'daki halklar gerçeğinin dışına düşerken, kemalist laiklik mantığını benimsemek olmuştur.

Kendi dilinizi, kültürel kaynaklarınızı belirlerseniz halihazırda var olan laik-antilaik ekollerden birine yedeklenmez, üçüncü yolu inşa edersiniz. Burada sayıdan önce zihinsel donanım ve birikim önemlidir. Başka kimi problemli yanlarına karşın 1970'ler devrimciliğinin en kıymetli özelliği olan halkla organik bütünleşmesinden inşa edilmek durumunda.

Çünkü dünya, içinden öyle kolay çıkılamayacak bir dönemde. Irkçılık ve dinsel nefret öncelikle müslümanları "düşman öteki" haline getirerek şiddetleniyor. Hızla ama dar politik amaçlara sıkışmayan bir düşünsel kapsayıcılıkla ezilenlerin yanında saf tutmak hayatidir. Bunu kavrayamamızın bedeli, gettolaşmanın şiddetlenmesi ve dar grup dünyalarının birer duvarına dönerek içindekilerin hapishanesi halini almasıdır.

Mağdura, mazluma kimliği sorulmaz. Bizzat kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğrar, zulme maruz kalıyorsa kimliğiyle etkileşim kurulur ve onun içinden konuşulur. Yani devrimciler, komünistler de o kültürün içinden çıkar, yetişir.

Irkçı faşist konjonktür bir musibet olmakla birlikte, onun hedef aldığı kimliklerle-kültürlerle zaten çoktan gerçekleştirilmesi gereken buluşmanın katalizörü olarak ele alınırsa devrimci zeka ve yaratıcılıkla bu başarılabilir. Hayati olduğu o kadar mümkündür. Türkiye devriminin kaynaklarının çeşitlenmesi bakımından da heyecan vericidir. Devrimci bakış açısıyla keşfedilmeyi bekleyen çok şey var.