26 Nisan 2024 Cuma

Cumhuriyet ve devrim

Cumhuriyet dediğimiz şeyin tam adının Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğunu, kitlelerin zihninde bu devletten ayrışmış soyut bir Cumhuriyet olmadığını unutmayalım. "Cumhuriyetin kazanımları" ile kastedilen ilerlemelere yönelik gerici saldırganlığın kaynağını arayacaksak da Cumhuriyet'in kuruluşu itibariyle kapitalist dünyadan yana yapılan sınıfsal tercihte arayalım.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilmesinin 100. yılının ve tam da bu 100. yılda yapılması beklenen, kritik anlamlar yüklenen bir seçimin öngünündeyiz. İktidardaki islamcı-faşist AKP'nin harcının Cumhuriyet düşmanlığıyla karılı olduğu malum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni Osmanlı İmparatorluğu'nun sürekliliği olarak kabullenebiliyor ama saltanatın ve şeriatın kaldırılması başta olmak üzere kopuş kısmını hazmedemiyor. Rövanşist hamleler için 100. yılın gelmesini ya da yeni bir seçim kazanmayı beklemese de 2023'e kendi iktidar serüveninde simgesel bir önem atfediyor. Haliyle 2023'e giderken "Saltanat ve şeriat sevdalılarına karşı Cumhuriyet'i savunmak", çelişkili dinamikler barındıran AKP karşıtı muhalefet içindeki kuvvetli motivasyon unsurlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

İzmir'in işgalden kurtuluşunun 100. yılı vesilesiyle 9 Eylül günü Gündoğdu Meydanı'nda yüzbinlerin katılımıyla düzenlenen Tarkan konserinde ve sonrasında yaşananlar bunun bir işaretiydi. Gündoğdu'da toplanan kitleye seslenen Tunç Soyer'in, "Bu toprakları yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içindeydi. Sadece saraylarındaki saltanatı korumak için bütün bir milleti ateşe attılar" sözleri küçük bir fırtına kopardı. Seçim öncesi Yunanistan'la göstermelik bir gerilim yaratıp milliyetçi histeriyi yükselterek puan toplamaya çalışan Tayyip Erdoğan karşısında, Yunan işgaline karşı gerçek bir savaş verip galip gelen Mustafa Kemal imgesine yaslanan İzmirliler, lafı dolandırmadan taşı Saray'a sallayacak kadar özgüvenliydi. Değil mi ki Ulusal Kurtuluş Savaşı da Osmanlı Sarayı'nın teslimiyetçi tutumu nedeniyle sadece işgalciden değil saltanattan ve hilafetten kurtuluşun da savaşı olmuştu.

Birkaç gün sonra Tunç Soyer televizyona çıkıp, CHP'nin sağla ittifak çizgisi ile uyumlu bir şekilde, Millet İttifakı'nın islamcı ve milliyetçi müttefiklerini gözeten "Osmanlı da bizim atamız" benzeri sözler sarf etti. Şimdilerde de Kemal Kılıçdaroğlu'nun, seçim matematiğinden türeyen "başörtüsüne özgürlük" taktiği sayesinde Erdoğan'ın el yükseltip Anayasa'yı İslami hükümlere göre kadın ve LGBTİ+ karşıtı maddelerle rötuşlama girişimiyle karşı karşıyayız. Osmanlı'ya bir söz edince hemen toparlama ihtiyacı hissediyorlar. İslamcı gericilik karşısında laiklik söylemini geride tutuyorlar. Köklerini emperyalist işgale karşı verilen bir kurtuluş savaşında buluyor ancak AKP dış politikasını eleştirirken emperyalist NATO eksenini savunuyorlar. Kimi sosyalistler burada müdahale edilebilecek bir çelişki bulunduğu iddiasında olsa da CHP yönetimi, çelişkili olduğu öne sürülen bu tutumları kendi kitlesine Cumhuriyet düşmanlarını iktidardan uzaklaştırmanın somut ve gerçekçi yolu olarak sunuyor.

Pekâlâ, 2023'e giderken geniş kitlelerde gözlenen "Saltanat ve şeriat sevdalılarına karşı Cumhuriyet'i savunma" motivasyonu, Cumhuriyet Halk Partisi'nin ikircikli ve kimilerince "çelişkili" sayılan tutumu karşısında, alternatif adres arayışlarını da tetikleyebilecek devrimci bir potansiyele mi işaret etmektedir? Böyle bir varsayımdan hareket ediliyor olacak ki, Cumhuriyet'in kazanımlarına sahip çıkma ya da "Cumhuriyet ile başlayan ve ihanetler sonucu yarım kalan devrim"i tamamına erdirme iddiası, bir sosyalist siyaset taktiği olarak önerilebiliyor. Sınıfsal bağlamın üstünden atlanarak yürütülen ve tam da bu nedenle, eleştirilen CHP çizgisini sol bir jargonla yeniden üreten laiklik ve antiemperyalizm tartışmaları ile, sol yelpaze içinde bir yandan ayrım çizgileri çekilip bir yandan da dışarıya doğru köprüler kurulmaya çalışılıyor. Köprüler kurulurken cumhuriyetçi saflardan zaman zaman sosyalistlere doğru alkışlar yükseliyor ama o köprüler cumhuriyetçileri sosyalistleştirmekten çok sosyalistleri ulusalcılaştırıyor/devletçileştiriyor.

Oysa Türkiye sosyalist hareketi, 1970'lerde tam tersi bir akışı sağlayabilmişti. Bu da "asıl Cumhuriyetçi biziz" denerek değil, emperyalistlere karşı bir bağımsızlık savaşı verdikten sonra emperyalist devletlerle uzlaşan, "kapitalist" bir "devlet" olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sınıf eksenli devrimci eleştirisi ile gerçekleşmişti.

CUMHURİYET, DEVRİM, SOSYALİZM
Sosyalist hareketin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna ilişkin teorik çözümlemeleri yer yer tehlikeli sulara girmeden resmi anlatıyla örtüşme çabaları, yer yer de buna reaksiyon içinde şekillenmiş; devrimin niteliği, sınıfsal önderliği, halk sınıflarının katılımı, demokratik devrimin çözülmüş ve çözümsüz bırakılmış sorunları gibi temel meselelerde kimi zaman gönülden geçenler somut durumun analizinin yerine konmuştur. Oysa gerçek karmaşıktır. 1923'ü fetişleştirmeden 1908 Türk Devrimi'nin sürekliliği içinde ele almak gerekir. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın komuta kademesi ve çevresindeki küçük-burjuva kadroların, kapitalistleşmemiş bir toplumda milli burjuvazi yaratma hedefleriyle, ne tür bir "burjuva önderlik" oluşturduğu üzerine düşünmek gerekir. Yalnızca geçmişe değil geleceğe ait bir mesele olarak, demokratik devrimin neden tamamlanamadığı ve Kürt sorunu gibi çözümsüz kalan sorunların çözülmesi de dahil olmak üzere nasıl tamamlanabileceği üzerine düşünmek gerekir. Ez cümle Cumhuriyet üzerine tartışmalarda temenniyi analizin yerine koymadan yeniden düşünmemiz, kendimizle hesaplaşmamız, teoriyi yeniden inşa etmemiz gerekmektedir.[1] Kapsamlı tartışmaya bu yazıda girmeden, şimdilik yazının ana konusu ekseninde devam edelim.

Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, uluslararası sosyalist hareketin de yadsımadığı bir tarihsel ilerlemeydi ancak sınıfsal tercihleri, emperyalist kapitalist kampla uzlaşmaya yönelmesinde, sosyalistleri tasfiye etmesinde ve Kürtleri acımasızca bastırmasında karşılık buldu. Mustafa Suphiler katledildi, Çerkes Ethem ve Yeşil Ordu tasfiye edildi, komünist, devrimci ve sendikal faaliyetler yasaklandı, Kürt isyanları sert bir biçimde bastırıldı.

Emperyalist işgal püskürtülmüş, saltanat ve hilafet sonlandırılmış, laik bir devlet kurulmuştu. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti, milli burjuvazi yaratmaya odaklanmış kapitalist bir devletti. Bağımsızlık için emperyalizme karşı savaşılmıştı ancak daha sonra emperyalist sistemle karşıtlık içinde (antiemperyalist) bir dış politika değil, emperyalist kapitalist devletlerle uzlaşmayı esas alan bir dış politika izlenecekti. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda kapıdan kovulan emperyalizm, sosyalist dünya karşısında kapitalist dünyadan yana yapılan tercih nedeniyle bacadan içeri alınacaktı. Türkiye'nin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ardından (ve daha Demokrat Parti iktidara gelmeden) tercihini ABD liderliğindeki emperyalist-kapitalist kamptan yana yapması, emperyalist sistemle entegrasyon sürecinde Köy Enstitüleri gibi aydınlanmacı kurumların içini boşaltıp gericiliğin önünü açması, sosyalist ve sendikal hareketin önünü açan kısmi adımları geri alması, İsmet İnönü'nün "ihaneti" nedeniyle değil, Cumhuriyet'in kuruluşu itibariyle kapitalist dünyadan yana yapılan sınıfsal tercih nedeniyle yaşanmıştır. Demokrat Parti iktidarından 12 Eylül faşizmine, Turgut Özal'dan Tayyip Erdoğan iktidarına uzanan süreç de Cumhuriyet'in kurucu kadrolarının sınıfsal tercihinin mantıksal sonucudur.

Gerçek bir politik güç olarak 1971 devrimciliği ile sahneye çıkan Türkiye sosyalist hareketi de bu çıkış sürecinde Cumhuriyet'in halk içindeki destek temeli ile güçlü bir ilişki içinde olsa da kendini Cumhuriyet'in sürekliliği olarak değil kemalizmden kopuş içinde var etti. Özel olarak THKP-C çizgisi, sol-kemalizmi devrimde sınıfların mevzilenmesinde o an için bir yedek güç olarak saysa da kendi oluşum sürecinde kemalizmden kopmuş ve ulusalcılıkla karıştırılamayacak berrak bir antiemperyalizm anlayışı ortaya koymuştu. Yeni-sömürgecilik koşullarında antiemperyalist mücadele, açık işgal gerçekleşmedikçe esas olarak dış düşmana değil emperyalist çıkarların içerdeki temsilcisi sermaye sınıfına karşı verilen bir mücadele olabilirdi artık. Egemen sınıfların, işçi sınıfının ve ezilen halkların uyanışını bastırmak için laiklik karşısında dinci gericiliğin önünü açması ve dinci gericiliğe karşı mücadelenin sınıfsal bir içerik kazanması da yeni bir öykü değil.

Yeni olan bir şey yok değil elbet. Türkiye toplumu, 20 yıllık AKP iktidarında, kökleri 12 Eylül 1980 faşist darbesine uzanan hızlı ve yıkıcı bir neoliberal dönüşüm süreci ile, bir proleter topluma dönüştü. Türkiye sermayesi emperyalist sistemle entegrasyonunu daha da pekiştirdi. Neoliberalizm, patriyarkal ve dinci gericilikle tahkim edilmiş faşizm, egemen sınıfların proleterleşmiş Türkiye toplumunu yönetme ihtiyacına yanıt veriyor. Hal böyle iken emperyalizme, faşizme ve dinci gericiliğe karşı mücadele, Türkiye işçi sınıfının iktidar mücadelesinden, yani sosyalizm mücadelesinden ayrı düşünülemez. Dış düşmana karşı mücadele ile sınırlı bir "antiemperyalizm" propagandası ve bizzat kurucuları tarafından kadük hale getirilmiş bir burjuva laiklik savunusu, "Cumhuriyet'in kazanımlarını savunmak" adı altında, sosyalist siyaset adına ele alınamaz. Ne var ki Türkiye sosyalist hareketinin işçi sınıfı ile bağlarının zayıflığı, proleterleşmeye karşı tepkisi yaşam tarzı savunusu temelinde eskiye özlem olan küçük burjuva katmanlara daralmışlığı kimi yanılsamalar yaratabiliyor. Bu yanılsamalar nedeniyle böylesi bir tercihte bulunan sosyalistler de siyasetin sürükleyeni değil sürükleneni olabiliyor; Cumhuriyetçi kitleleri sosyalistleştireceğim derken kendisi sistem içine doğru çekiliyor.

Cumhuriyet dediğimiz şeyin tam adının Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğunu, kitlelerin zihninde bu devletten ayrışmış soyut bir Cumhuriyet olmadığını da unutmayalım.

Denilebilir ki "Cumhuriyet'in kazanımları" denince yine de somut bir şey canlanıyor zihinlerde, sosyalizm ise bugün için gerçekleştirilebilir ve inandırıcı bir seçenek olmanın uzağında. Oysa sınıf savaşının bütün hayatı ve toplumsal çelişkileri kuşatan kanlı canlı gerçekliği dışında bir gerçeklik ve bundan bağımsız bir siyasi mücadele yok. Neoliberal çöküntü altında kapitalizmin ancak gerici-faşist iktidarlar eliyle yaşatılabildiği günümüzde, yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı başkanlık saraylarını basan kitleler, bugün İran'da molla rejimine karşı isyan bayrağını dalgalandıran kadınlar çok somut bir şey anlatıyor. Proleter insanlığın kendi politik varlığını isyan ve direniş halinde ortaya koyduğu bu tarihsel kriz koşullarında, devrim gerekli ve mümkün. Gerekli ve mümkün olanı inandırıcı somut bir seçenek haline getirmek için de devrimci iktidar mücadelesini işçi sınıfının ve toplumsal müttefiklerinin eylemli fikri olarak örgütlemekten başka çözüm yok.

Dipnot:
[1]  Burada en netameli tartışma başlıklarından biri de I. Emperyalist Paylaşım Savaşı, işgal ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu'da halk sınıflarının ne yaptığı, sürece nasıl katıldığı konusudur (Yazının odağını kaydırmamak için dipnota taşındı): Halk sınıflarının katılımı var mıydı yok muydu tartışması karşısında, Anadolu topraklarında işgal ve işgale karşı mücadele ile iç içe geçmiş bir Müslüman-Hıristiyan iç savaşı yaşandığını; halk sınıflarının katılımının, Türk-Kürt kardeşliğinin, Türk burjuvazisinin temellerinin bu savaştan ayrı düşünülmeyeceğini yok saymamak gerekir.