29 Mart 2024 Cuma

Mektup veya zarf ile mazruf

"Takdim" varsa "dostluk" yoktur. Üstelik taraflar mektup örneğinde görüleceği gibi, kendi konumlarının farkında oldukları gibi bunu içselleştirmişler, eski bir ifadeyle "bilince çıkarmış"tır. O nedenle bu gibi durumlarda içeride bize ne söylendiğine değil dışarıda muhataplarına neler anlatıldığına bakmak gerekir.

2020'ye girmeye ramak kalmışken "mektup" üzerinden yaşanan tartışma nostaljik ve sırf bu nedenle takibe değer. Halihazırda hapishanelerle "iltisaklı" olanlar haricinde kimselerin mektuba vakti yok. Dolayısıyla bir mektup haberi her zaman ilgi çeker. "Dostum Trump"ın üşenmeyip bir mektup yollaması da bu nedenle anlamlı. Gerçi hayli galiz ifadelerle pek çok tehdidi birkaç paragrafa sağdırmıştı ve mektubun doğasında olan "muhabbet" ile eşitler arası ilişkiden yoksun dili yazılanın mektup olmadığını anlatıyordu. Benzerine Sultan Süleyman'ın Fransa Kralı'na yazdığı mektupta rastladığımız türden, muhatabını hakir gören bir eda baskındı. Mektup aslında mektup değildi ama olsun, iki taraf da mektup tarifinden memnun. Demek iktidar mahfillerinde mektuplaşmanın doğası bu.

Trump'ın yazdıkları hakkında epey konuşuldu. İkinci bir mektup daha var ama o pek konu edilmedi. İlkini esas almak en doğrusu. Devletler arası münasebetlerde "mektuba mektup" eşleşmesi icap eder ki buna, malum, mütekabiliyet deniliyor. Pek çok örneği var. Bu defa öyle olmadı ve tesellüm edilen mektup, herhangi bir ek işleme tabi tutmadan son ABD seferinde Trump'a takdim edildi.

İade değil, bir süt yazıyla resmi işlem uygulanarak değil. Yani elden ve doğrudan. Eskiden, çok eskiden ev adresleri belirgin değilken alıcı ismi ve köy/nahiye/kasaba adı yazılı zarflara "muhtar eliyle" yahut "elden" ibaresi düşülürdü. Geleneğe bağlılıktan olduğunu sanmadığımız saiklerle mektup elden taktim edilince Trump'ın "hiçbir şey demediğini" yine sefere katılan ricalden öğrendik ki şaşırmakla kalması kuvvetle muhtemel. Masaya bırakılan mektubun icabına bakan muhtemelen Beyaz Saray'ın müstahdemleri olmuştur.

Mektubu yazan, zarfı katlayıp adrese yollayan açısından mesele bitmiştir. Alıcısı okuduktan sonra mektubu ne yaparsa yapsın. Trump, hayli kızgınlığa yol açan mektubunun bir iyice 'okunduğunu' bu vesileyle anlamış olmalı. Kaldı ki mesele, mektubu okuduktan sonraki tavırlardı, orada yazılanlara iyi kötü uyulduğunu gösteren pek çok emare bulunuyor.

Tam burada karşımıza çıkan ve üstüne basılarak vurgulanan "takdim" kelimesi en az mektup kadar ilginç. Mektubun "iadesi" mümkündür ve daha ilk anda öyle yapılacağı vaat edildi. "Geri iade etmek" türü iptidai bir Türkçe kullanımı eşliğinde iadeye dahi razıydık.

AKP'nin hitap ettiği kitle neredeyse galeyana gelecekti. Hele çekirdeğinde Ergenekon familyası duran ulusalcılarımız. Meseleyi getirdiler ulusal onura yasladılar milliyetçiliklerin yarıştırıldığı müsamerenin bedeli damarlara zerk edilen fütuhatçılığın alıp yürümesiydi.

AKP'nin çekirdeği bu duygu dünyasıyla etkileşim halindeydi. Onca köpürtmenin ardından aynı içerikte bir karşı mektuptan vazgeçilip iadeyle yetinmek yeterince mütevazıyken mektubu verme tutumundan geri adım atılamazdı. Daha azına razı olamazdık. Öyle ya çiğ yememiştik ki karnımız ağrısın. Devlet başkanının mal varlığını dondurmaktan bahseden karar tasarıları pusuda beklerken 'senin için elimden geleni yaptım' denilen mektuptaki küstahlık yanıtlanmalıydı. Peygamberi vefat ederken sadece yedi dirhemi olan bir dinin merkezi idarecisinin veya idarecilerinin ne korkusu olabilirdi.

Bu gibi köpürtmeler aldı yürüdü, havuzda çırpınan medya esip üfürdü epey. Ancak "takdim" kelimesinin içeriği dahi, başından itibaren amaçlananın "iade" olmadığı, bunun bir tür "kamu diplomasisi" maharetiyle iç tüketime dönük ajitasyondan öteye gitmediğini gösteriyordu. "Takdim"de bir hiyerarşik düzen vardır. Ast üste takdim eder. Büyükelçiler atandığında yanlarında bir "güven mektubu" getirir ve bunu ilgili devlet başkanına "takdim" ederler örneğin. Burada da eski gelenekler, konum bildirmeler hakimdir. Dil dediğiniz üç günde oluşmuyor ve her ifade bir kültürden izler taşır. Dolayısıyla "takdim" de rastlantısal değildir ve buna en yakın kullanım "arz"dır, "arz etmek"; her ikisi de birbirine açılır. Arz ederim'e de devlet başkanının askeri birlik teftişlerinde sıklıkla rastlarız. Sıklıkla çünkü adı konulmamış bir harp düzenindeyiz ve askeri birlikler kadar askeri kavramlarla katur kutur askeri ifadeler medyalardan üstümüze boca edilir. Oralarda da en üst makam olan devlet başkanına "arz edilir." Aşağıda olan üste "arz", üst asta "rica eder"ken eşit makamlar "bilginize" demeyi yeğleyebilir. F tiplerinin ilk yıllarını bilenler hatırlarlar. Dilekçelerini "arz ederim"le tamamlamayanlar aylarca kantin alışverişinden kış koşullarında mesela bir battaniyeden mahrum bırakıldığı konuşulur hâlâ. Arz ve takdim etmenin nimeti ve etmemenin ezası çoktur memleketimizde. İş neye niyetlendiğindedir.

Dolayısıyla "takdim" varsa "dostluk" yoktur. Üstelik taraflar mektup örneğinde görüleceği gibi, kendi konumlarının farkında oldukları gibi bunu içselleştirmişler, eski bir ifadeyle "bilince çıkarmış"tır. O nedenle bu gibi durumlarda içeride bize ne söylendiğine değil dışarıda muhataplarına neler anlatıldığına bakmak gerekir.

Hülasa, kahramanlık beklentileri boşa çıkmıştır. Seferlerden eli boş dönülmüştür. Bundan sonraki mektuplar da bundan öncekiler gibi muamele görecektir. Bakmayın Kılıçdaroğlu'nun "küçük enişte" diline, saltanat kayığında olsa ön iliklemekten öte hiçbir şey yapamaz; burjuva siyasetin Türkiye şartlarında aldığı bu biçim kadimdir ve emperyalizmin mali ekonomik sömürgesi olanların başka bir davranış çizgisi geliştirmesi mümkün değil. Ergenekoncular Türkiye'deki faşizmin on yıllarca bayraktarlığını yaparken ABD ile gayet iyi anlaşıyorlardı ve ne zaman ki alaşağı edilmelerine karar verildi, birden Avraysacı kesildiler. Ne kadar tanıdık hikaye değil mi. Mevcut iktidar da kendisinden vazgeçildiğine inanıyor, bundan kurtulmak için hamlede bulunuyor. Geleneksel yapıların çözüldüğü tespitiyle çatlaklara oynuyor ama henüz oraya mesafe var, bu yüzden her seferinde çatlaklardan sızma projesi suya düşüyor. İş geldi efendi seçme özgürlüğüne dayandı. ABD olmasın da Rusya olsun, yahut Çin; teorik olarak bundan ötesi herhangi bir iktidar için mümkün değildir ve fakat pratik açıdan bu kadarı da imkan dahilinde değildir.

Her sorun gelir politik özgürlük mücadelesine çıkar. Bu sağlanmadıkça ne çeşitli emperyalizmlerle ödeşilir ne de müstakil bir yön tayini yapılabilir. "Bağımsızlık" diskuruysa tümden çökmüştür. Sosyalizme açılacak geçiş devrimiyle tamamlanmayan emperyalizme karşı mücadelelerin hiçbiri ama hiçbiri emperyalizmden kopma kudreti gösteremez. Nasıl bir sosyalizm tartışmasının içini birlikte dolduralım elbette ancak menzilinde sosyalizm olmayan bir toplumsal yaşam modelinin emperyalizmden de onun tekelci biçimlerinden de kalıcı kurtuluşu mümkün değildir. O yüzden kimsenin kimseye "arz" ve "takdim" etmediği tümüyle eşitler arası bir ilişkileniş/etkileşim düzleminde ezilenlerin özgürlük cephesini hep beraber oluşturmak, kurtuluşun yolunu açar ve gerisi bir biçimde gelir.