20 Aralık 2025 Cumartesi

Devrimcinin yabancılaşmasına karşı kitle mücadelesinde derinleşme

Sistemin yeniden üretilmesini amaçlayan korku, kaygı, güvensizlik, bireycilik ve karamsarlık gibi duygulanım ve düşünüş biçimlerine karşı toplumu mücadeleye ve değişime çağırmak, aynı zamanda kolektif mücadele ortamını da bu duygulardan arındırmaktan geçer. Kimi düşünüş alışkanlıklarının değişimi için "bireyin kendine karşı teorik ve entelektüel zor kullanması gerekir" der Kutsiye.

Kapitalist üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu düzey; insan türünün yabancılaşmanın sayısız biçimini yaşamasına sebep oluyor. Hegel ve Feuerbach'tan, post marksistlere kadar yabancılaşma kavramı üzerine çeşitli tanımlamalar ve değerlendirmeler yapılmış olmakla bugün de bu kavram; ekonomiden psikolojiye, sanattan sosyolojiye oldukça güncel değerlendirmelerin konusu yapılıyor.

Elbette, yabancılaşma kavramını, üretim süreçleri içerisinde ele alan ve sonuçları itibari ile sadece ekonomik olgulardan ibaret görmeyen marksist literatür içerisindeki nitelemelerle ele alacağız. Marx, "Emek zenginler için mucizeler üretir ve saraylar kurarken, işçiler için sefaletten başka bir şey doğurmaz ve izbelerden başka bir şey kurmaz; güzellik yaratırken, makine durumuna indirgeyerek barbarlık içine düşürdüğü işçiyi fizik ve törel bakımdan alçaltır; kafa alanını geliştirirken, alıklık ve budalalığı işçinin yazgısı durumuna getirir" der. Gerçekten de hem toplumsal sorunların hem de psikolojik sorunların kaynağında ekonomik temelde gerçekleşen yabancılaşma yer alır. Ancak burjuva düşünürlerden farklı olarak, devrimci sosyalistler yabancılaşmayı modern insanın psikolojik bir sorunu olarak değil, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal bir sonucu olarak ele alır.

Kapitalizmin gelişimi; tüm canlıların yaşamı ve doğanın üzerindeki yok oluş tehlikesinin geldiği düzey, hem genel anlamda toplumsal ilişkilerde hem de sosyalistlerin yaşam ve devrimciliklerini üretme biçiminde yabancılaşmanın değişik görüngülerle yaşanmasını koşulluyor. Gündelik ilişkilerinde reddettiği yaşamla temas halinde olan devrimciler için özel bir mücadele konusudur yabancılaşma. Yabancılaşmanın nedenleri üzerine düşünme, daha özel biçimlerini ideolojik mücadelenin konusu yapma ve elbette kolektif bir değişim düzlemini inşa etme süreci de sosyalistlerin en temel görevlerinden biridir.

Türcülük, erkek egemenliği, bireycilik, bencillik, emekçilerin ve ezilenlerin yaşayışlarından kopma, güvensizlik (kendine, yoldaşına, kolektife ya da ezilenlere güvensizlik), kayıtsızlık, karamsarlık, memnuniyetsizlik, mükemmeliyetçilik, rekabet gibi sayısız olguyu yabancılaşmanın farklı biçimleri ve sonuçları olarak tartışabiliriz. Özel mülkiyet dünyasına ait bu olguların devrimci yaşama etkilerinin bertaraf edilmesi, sosyalist militan kişiliğin inşa sürecine de kolektifin bütününe de nitelik katar. Bu niteliği kolektif olarak edinebilmek için düşünüş ve duygulanış biçimlerimize olduğu kadar, pratiğimize ve politik faaliyetimizin yöntemine dair de güçlü sorular sormalıyız.

Bugün devrimci sosyalistlerin, devrimci mücadelenin anlam yitimine uğratılmaya çalışıldığı bu siyasal koşullar içinde kitlelerle kurduğu ilişkideki yabancılaşmaya odaklanmak istiyoruz. Yüzeyde politik yabancılaşma olarak görünümleşen bu durum aynı zamanda ve derinde ideolojik bir yabancılaşmaya, dahası ideolojik kanamaya ve devrimci amaçtan uzaklaşmaya işaret eder. İşçilere, kadınlara, ezilenlere ve onların yaşamlarına nasıl ve neden yabancılık içindeyiz? Tasfiyecilik sürecinin politik, örgütsel ve ideolojik sonuçlarıyla muhatap ve aynı zamanda bunu tersine çevirmekle yükümlü sosyalistler için ezilenlerin özlem ve taleplerini doğru yakalama ve kitlelerle birlikte politika yapma oldukça kritik bir yerde durmaktadır. Ancak kitle çalışması içerisindeki yüzeysellikler ve bunların aşılması konusundaki patinaj üzerinde biraz mesai harcamak gerekiyor. Deneyim eksikliği ya da örgütsel tablo gibi konunun nesnel ve görece daha kolay aşılabilir nedenlerinin yanı sıra sorunun daha derin kaynakları olduğunu görmeliyiz. Devrimin kitlelerin eseri olacağına dair bir bilinç açıklığı bizi yönetiyor mu gerçekten ya da kitlelerdeki değişime ne kadar inanıyoruz? Bir emekçinin değişebileceğine inanıyor muyuz? Ya da ev emekçisi bir kadından öğrenebileceğimiz bir şey olduğunu gerçekten düşünüyor ve böyle bir ilişki kuruyor muyuz?

Örneğin bir bildiriyi dağıtma şeklimizi ele alalım. Vücut dilimizden, temas kurma biçimimize, bire bir iletişim kurmayışımızdan, ses tonumuza; pek çok yoldaşın neredeyse "bitirsek de gitsek" duygusuyla hareket ettiğini söyleyebiliriz. Gerçekten ajitasyon yoluyla kitlelerin duygularına ve düşüncelerine nüfuz etme iddiası taşıyor muyuz? Onları etkileyebileceğimize, değiştirebileceğimize inanıyor muyuz? Ezilenlere güven duymamanın; tarihten, diyalektikten, teoriden beslenmiyor oluşumuzla, ezilenlerin toplumsal mücadele tarihine yabancı olmakla doğrudan bir bağı yok mu? Veya kitlelere dair yaptığımız kimi tespitler kendi öznel duygularımızın bir yansıması olabilir mi?

Ya da işçilerle, emekçilerle zaman geçirmek, onların evlerine, sofralarına konuk olmak, sorunlarını dinlemek, bunlara çözüm bulmaya çalışmak konusundaki zayıflıkları ele alalım. Bir emekçinin yaşamına girmek, dertleriyle hemhal olmak ufkumuzu daraltmaz, bizi "kısır dünyalara" sıkıştırmaz; endişelenmeye gerek yok. Hoş endişe bundan ziyade konforlu alanlardan uzaklaşmak değil mi!

Ezilenlerin yaşadıkları acılara yabancılaşmak da konunun başka bir boyutudur. Devrimci mücadele içinde olmanın, yaşam koşullarımızın ezilenlerin önemli bir bölümüne göre konforlu alanları olduğunu reddedemeyiz. Çoğumuzun geçindirmek zorunda olduğu dört çocuğu, her gün "acaba ne zaman öldürüleceğim" korkusuyla yaşadığı ve katlanmak zorunda olduğu bir ailesi yok. Ya da geçen hafta Pendik'te bir çocuğunu hastaneye götürmek için üç çocuğunu evde yalnız bırakmak zorunda kalan ve çocuklarının yanarak ölmesi gerçeğiyle baş etmek durumunda olan bir kadının yaşadığı düzeyde bir duygusal gerilimi yaşamıyoruz. Herkesi olduğu gibi bizi de içinde yaşadığımız maddi koşullar şekillendiriyor ve günlük yaşamımızın zorluklarını sıradan emekçilerin kaygılarından başka başka şeyler oluşturabiliyor. Buraya kadar bir sorun yok elbette. Derdimiz çilekeşliğe bir övgü de değil. Ama bir devrimci olarak bu kahredici gerçek karşısında öfkelenmemek ya da öfke duysak bile bu öfkenin bizi bir eyleyişe sevk etmemesi sorun. Neden üç çocuğun yanarak öldüğü o evin önünde olup, yoksulluğun kaynağı sistemi teşhir edecek üç-beş cümle kurmak, mahalle halkını yanı başındaki bu gerçeğe yabancılaşmamaya çağırmak istemeyiz? Ya da neden ölümlerin sorumlusu bir devlet kurumundan hesap sormaya yönelmeyiz? Tüm bunlar için bizi tutan şey ne gerçekten?

Ya da binlerce genç kadın o ya da bu şekilde şüpheli kadın ölümlerine karşı mücadelenin bir yerinde konumlanırken, genç kadınlarda gelişen bu hesap sorma bilincinden öğrenmemek; yasaklı meydanlarda belki de hayatının ilk eylemine katılan, ilk politik çalışmasını yürüten kadınların enerjisini paylaşmamak, bırakalım açığa çıkan tabloyu politik ve örgütsel olarak ileri taşıma derdini tüm bu olup bitenleri kayıtsızca izlemek oldukça derin bir yabancılaşmaya tekabül etmez mi bir devrimci için?

Sistemin yeniden üretilmesini amaçlayan korku, kaygı, güvensizlik, bireycilik ve karamsarlık gibi duygulanım ve düşünüş biçimlerine karşı toplumu mücadeleye ve değişime çağırmak, aynı zamanda kolektif mücadele ortamını da bu duygulardan arındırmaktan geçer. Kimi düşünüş alışkanlıklarının değişimi için "bireyin kendine karşı teorik ve entelektüel zor kullanması gerekir" der Kutsiye. Öyleyse özel mülkiyet dünyasına ait yabancılaşmanın tüm biçimlerinden kopuşmak için sosyalizmi beklemeye gerek yok. Sosyalist dünyaya ait tüm değerler mücadele içerisinde ve devrimci bireyin çabalarıyla gelişecektir.

*İşçi Sınıfı ve Ezilenlerin Sesi ATILIM gazetesinin 19 Aralık tarihli 249. sayısında yayımlanan Yapıdan köşesi.