2 Eylül 2025 Salı

Umut Şener yazdı | Suya adalet 

Suya erişimi bir hak olarak sağlamak devletin görevidir. Hepimiz temiz, kullanılabilir, yeterli suyu talep etmeli, su kaynaklarının öncelikle halk ve onlarla yaşayan insan dışındaki hayvanlar, bitkiler için ulaşılabilir olması talebine sahip çıkmalıyız. Havza bazlı mücadeleler, su ve toprağı birlikte gözeten kentsel politikalarla süreci örmeliyiz.

Son günlerde artan kesintiler ve buna paralel kuraklık gündemde yer tutuyor. Suyun önemini biliyoruz fakat sorun olarak bu kadar öne çıkmasının sebebi acilen cevaplanması gereken bir soru olarak önümüzde duruyor. İktidar ne söylüyor, doğa ve yaşam savunucuları ne düşünüyor? Bu soruları cevaplamak da yine sürecin bir parçası.

Kendime sorduğum bu sorunun cevabını düşünürken son birkaç ayda gittiğim şehirlerdeki durumu hatırladım. İzmir, Balıkesir, Bursa, Ankara, Diyarbakır, Hatay… Hepsinde su sorunu yaşanıyor ve belli saatlerde kısıtlama ya da kesinti uygulamaları var. Diğer yandan uzun yıllardır yeraltı ve yer üstü su varlığıyla bildiğimiz bu şehirlerde gözle görülür bir su kaybı yaşandığı da ortada. Yani bir sorun var ve artık herkesin gördüğü bir şeye dönüşmesi kaçınılmaz oldu.

İktidarların bu tür durumlarda ilk aklına gelen, sorunun maddi kısmını halka havale etmek oluyor. Burada birkaç yönü olan bir "havale etme" söz konusu.  Hem eziyeti, susuzluğu çeken, hem de artan maliyetlerle suya erişmeye çalışan halklar… Nasıl ki, herhangi bir hak talebinde baskılarla alan yasaklarıyla karşılaşıyorsak, su gibi hayati bir konuda da aynı zihniyet soruna özgü pratiklerle devrede ve bizler tam da bu nedenle İzmir'de çeşme önünde kuyruğa girmiş insanları görüyoruz haberlerde. Diğer yanı ise çözüm adıyla sunulan seçeneklerin maliyetinin halka fatura edilmesi oluyor. Örneğin yeni baraj projeleri… Bununla ilgili düşüncemi birazdan daha ayrıntılı açıklamak istiyorum. O arada doğa ve yaşam savunucuları, ekoloji mücadelesi verenler ne düşünüyor onu biraz konuşalım.

İnsanın ilk komşusudur su, ilk şehirler su kenarlarına kurulmuştur. Doğada yaşamın kaynağı olarak bilinen temel ekolojik unsurların başında su gelir ki "su hayattır" sloganı da yaşamın içinden süzülmüş en hakiki bilgilerden biridir.

Suyu kirleten, yok eden, suya erişimi zorlaştıran ve gitgide suyu sadece parasını verenin yani şirketlerin kullanabildiği bir şeye dönüştüren çok boyutlu saldırılar yaşıyoruz. Şirketler ve sermayenin enerji/kaynak ihtiyaçları bu saldırıların asıl nedenidir. Bu nedenle doğa ve yaşam mücadelesi verenlerin bu konudaki yaklaşımlarının temeline sorunun kaynağı olan sermayeyi koyarak söz kurması, pratiğini bunun üzerinden şekillendirmesi son derece önemlidir. Suyun ticarileştirilmesi ve bu yola gasp edilmesi su krizini yaratıyor.

Baraj konusuna buradan geçelim. Barajlar dünyanın her yerinde su sorunu yönetiminde birinci sırada gelen yapılar. Türkiye'de durum ne? Halkın barajlarla ilişkisi nasıl kuruluyor?

Adnan Menderes yol fatihi, Süleyman Demirel baraj fatihi diye anılır. Dönemlerine bu alanlardaki politik pratikle damga vurmuşlardır. Bahsettiğimiz yıllar Türkiye'nin 1950 sonrasındaki yıllardır. O güne kadar tek tük olan baraj sayısı (Çubuk, Altınapa gibi) hızlı bir artış sürecine girmiştir. 70'li yıllardan sonra, Türkiye Kürdistanında özel savaş politikalarının bir parçası olarak ve güvenlik gerekçesine dayandırılarak, ülkenin diğer bölümlerinde ise ağırlıklı olarak enerji üretimi amaçlı barajlar kurulmuştur. Enerji üretimi yapılan barajların bir kısmı sulama için de kullanılmaktadır. 

Yıllar içinde bu barajlardan elde edilen elektrik özel şirketlere adına rahatlıkla peşkeş denilecek kolaylıklar sağlanarak satılmıştır. Bugün bu şirketler orman yangınlarında faildir. Ya da en büyük sulama barajları olarak Fırat üzerine inşa edilen GAP doğrultusundaki barajlar, toprağı göletlerle bölmüş, suyu ise kanalların üstü kapatılmadığı için buharlaşmaya maruz bırakarak yetersizleştiren bir noktaya getirmiştir. Sonuç olarak en başından itibaren susuzluk sorununa çözüm bulma amacıyla planlanan bir baraj faaliyeti yoktur yüz yıllık cumhuriyet tarihinde. O yüzden bugün, susuzluk ciddi bir soruna dönüşmüşken yeni baraj projeleri ile buna çözüm bulanacağı iddiası hiçbir şekilde güven vermiyor. Baraj yapımın maliyetinin halka zamlar ve enflasyon biçiminde döneceği de önceki pratiklerden anlaşılıyor.

Su sorunuyla ilgili bir soru sorulduğunda ya da görüş istendiğinde yetkililer barajlardaki su seviyesine mutlaka değiniyor. Barajlarda neden su yok? Susuzluğu yaratan ne? Ekolojik yaşamla ilgili politikalarda sermayenin öncelenmesi susuzluğun sebebidir. HES projesi olarak yapılan barajlar, JES'ler nedeniyle besleyici su kaynaklarından yoksun kaldı örneğin ve işlevsizleştiler. Maden ocakları ve açıldıkları, tesisleştikleri sahalar mutlaka su kaynaklarının bulunduğu yerlere kuruldu. Tarımda vahşi sulama, toprağa göre değil pazara göre üretim yapılması gibi nedenlerle yeraltı sularında ciddi bir kayıp var. Giderek artan iklim krizi, erozyon, toprakta pH değerini yükselten ya da tuzlulaşmaya sebep olan vahşi üretim de suyu yok ediyor. Ne yazık ki Türkiye'de bu sorunların hepsi var.

Politik bir eksiklik mi söz konusu diye düşünülebilir.  Eksiklik değil tercih söz konusu. Fakat burayı biraz açarsak daha iyi anlatırız. Kent politikaları, su politikaları, tarım politikaları, enerji politikaları gibi birbirini etkileyen onlarca etken söz konusu. Diğer tarafta insan kaynaklı bozulma dediğimiz bir etken daha var ki yarattığı sonuçlar açısından en az diğer politikalar kadar yıkıcı bir etken. 

6 Şubat depremleri sonrasında Asi Nehrinin denizle kavuştuğu yerdeki Mileyha Kuş Cenneti hayati tehlikeye girdi. Biyoçeşitlilik açısından çok değerli olan bu su toplama alanında hayati tehlikeyi yaratan molozların nehre dökülmesi, suyun akışını engelleyen yapı- betonlaşma oldu. Endemik türlerin kurtarılması ile nehrin beslendiği kaynakların yaşatılması aynı anlama geliyor şu anda. Antakya gibi her yerinde sular olan bir şehirde haftada bir kez, birkaç saat su verilen yerler var. 

Daha geriden bir kent hakkı sorunu örneği Ankara'dan verilebilir. Ahmed Arif'ten Gülten Akın'a yolu Ankara'dan geçen şairler, Ankara'yı anlatırken derelerden bahsederler. Ama bugün Ankara'da şehir içinde görünürde su yoktur. Su yollarına metro inşaatları yapılarak doğa katmerlice sömürülmüştür.

Trakya'da fabrika atıkları ve kimyasal sebebiyle Ergene havzası araziyi sulamaktan alıkonulurken, Kanal İstanbul cinayetinde ısrarın güncel emaresi olan Sazlıdere Havzasındaki dizginsiz yapılaşma ve imar izinleri İstanbul'u en önemli su kaynağından mahrum bırakmaya yüz tutan bir seyre girdi bile…

Başka etkenlerle birlikte ama öncelikle özelleştirme, ticarileştirme, nihayetinde sermaye/şirket tahakkümüne bırakmanın bir sonucu olarak susuzluk sorunu yaşıyoruz. Çünkü suyumuz gasp ediliyor. Suya erişimi bir hak olarak sağlamak devletin görevidir. Hepimiz temiz, kullanılabilir, yeterli suyu talep etmeli, su kaynaklarının öncelikle halk ve onlarla yaşayan insan dışındaki hayvanlar, bitkiler için ulaşılabilir olması talebine sahip çıkmalıyız. Havza bazlı mücadeleler, su ve toprağı birlikte gözeten kentsel politikalarla süreci örmeliyiz.