Gamze Toprak | Kürdistan'da yoksulluğun ulusal, cinsel ve sınıfsal dinamikleri

Yoksulluk yalnızca gelir kaybı değil, temel haklardan mahrumiyet anlamına gelir. Kürdistan'da yoksulluk; kreş hakkına erişimin engellenmesi, çocuk bakımının tüm yükünün kadınların sırtına yıkılması, sağlık hizmetlerine erişimde ciddi kısıtlamalar şeklinde somutlaşmaktadır. Devlet hastanelerinin yetersizliği, özel sağlık hizmetlerinin pahalılığı, kırsal bölgelerde sağlık ocaklarının kapatılması; kadınların hem kendi sağlık ihtiyaçlarını hem de çocuklarının temel bakımını karşılayamamasına neden olmaktadır.
"Ben yoksulum, kadınım, Kürdüm. Her biri bir ölümdü bende. Hepsine karşı dirildim."
Naciye Yıldız
Kürdistan'da kadın yoksulluğu, salt yoksunluk ya da iktisadi gerilikle açıklanabilecek bir olgu değildir. Bu yoksulluk, aynı anda hem sömürgeciliğin hem kapitalist erkek egemenliğinin hem de neoliberal iktisadi politikaların iç içe geçtiği çok katmanlı bir sömürü ve tahakküm sisteminin ürünüdür. Kadınlar, Kürdistan'da devletin kuşatmasına, sermayenin el koyucu dinamiklerine ve erkek egemenliğinin yeniden üretim süreçlerine karşı yaşam kurma mücadelesi vermektedir.
Türk burjuva devletinin Kürdistan'a yönelik "sömürgeci savaş" politikaları; zorunlu göç, köy boşaltmaları, doğa tahribatı ve tarımsal üretimin çökertilmesi gibi alanlarda tezahür etmiştir. Bu politikalar en çok kadınları hedeflemiş, kamusal ve özel alanda şiddetin ve yoksulluğun odağına yerleştirmiştir. Handan Çağlayan'ın saha çalışmaları, 1990'lı yıllarda köylerinden zorla koparılan Kürt kadınlarının kent çeperlerindeki yoksul mahallelere nasıl sıkıştığını; hem sınıfsal hem de ulusal dışlanmayla nasıl karşılaştığını ortaya koyuyor. Bu kadınlar, çoğu zaman sosyal güvenceden yoksun, kayıtdışı olarak tekstil atölyelerinde, temizlik işlerinde ya da bakım emeğinde çalışmakta; sömürü görünmez kılınmaktadır.
Sömürgeci faşist devlet aklının bölgeye konuşlanışı yalnızca fiziki bir işgal değil, aynı zamanda kadın bedeninin, emeğinin ve yaşamının zapturapt altına alınmasıdır. Özellikle üniformalı erkek şiddetinin sistematik hale gelişi, zorla alıkoymalar, cinsel taciz ve tecavüz saldırıları; kadınların toplumsal, siyasal alana çıkmasını, ekonomik yaşamda yer almasını engellemiştir.
Kayyum saldırganlığı da bu kuşatmanın en görünür araçlarından biridir. Halkın iradesiyle seçilmiş kadın dostu belediyeler kapatılmış, kadın merkezleri ve sığınaklar işlevsiz hale getirilmiş, kreşler kapatılarak kadınların üretime katılımının önüne geçilmiştir. Kayyumlar kadınları yeniden eve mahkum etmiş, yoksulluğu derinleştirmiş ve dayanışma ağlarını dağıtmıştır.
Yoksulluk yalnızca gelir kaybı değil, temel haklardan mahrumiyet anlamına gelir. Kürdistan'da yoksulluk; kreş hakkına erişimin engellenmesi, çocuk bakımının tüm yükünün kadınların sırtına yıkılması, sağlık hizmetlerine erişimde ciddi kısıtlamalar şeklinde somutlaşmaktadır. Devlet hastanelerinin yetersizliği, özel sağlık hizmetlerinin pahalılığı, kırsal bölgelerde sağlık ocaklarının kapatılması; kadınların hem kendi sağlık ihtiyaçlarını hem de çocuklarının temel bakımını karşılayamamasına neden olmaktadır.
Marksist ekonomi politiği, yoksulluğu yalnızca gelir yoksunluğu değil, üretim araçlarına erişimin ve toplumsal yeniden üretimin dışına itilme hali olarak tanımlar. Kadınlar için bu yoksunluk çok daha derin yaşanır: Kadın yoksulluğu yalnızca ücretli işgücünün dışına itilmekle değil, aynı zamanda ev içi emeğin görünmezliğinde, duygusal emeğin metalaştırılmasında ve bakım yükünün kadınlara yıkılmasında biçimlenir.
Bu yoksulluğun en karanlık yüzlerin son örneğini Munzur Üniversitesi ve çok sayıdaki Kürt kentindeki üniversitelerde gördüğümüz, genç kadınları hedef alan ve devlet eliyle örgütlenen seks işçiliğine zorlama, cinsel istismar ve şiddet ağları, özel savaş politikaları... Bunlar, en kirli biçimlerden biridir. Bu ağlar, doğrudan devletin planlı bir şekilde gençliğin direncini kırma, kadınları mücadeleden uzaklaştırma, devletin politikalarının hegemonyası altında tutma ve edilgen hale getirme stratejisinin ürünüdür. Öğrencilerin ekonomik yoksulluğundan faydalanan bu sistem, burs ve iş vaadiyle kadınlara ajanlık ve itirafçılık dayatması yaparken, üniversite ortamını militarist ve erkek egemen bir denetim sahasına dönüştürüyor. Böylece hem politikleşmenin hem de özgür kadın bilincinin önünü kesmeyi amaçlıyor. Bu, yalnızca bireysel bir suç ya da ahlaki bir mesele değil, toplumun en dinamik kesimini hedef alan planlı bir özel savaş saldırısıdır.
Naciye Yıldız'ın "Kürt, Kadın, Yoksul" kitabında çizdiği çerçeveye göre; Kürt kadını için yoksulluk, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ve politik bir dışlanma biçimidir. Kürt olduğu için baskılanır, kadın olduğu için emeği değersizleştirilir, yoksul olduğu için yaşam hakkı tehdit altındadır. Bu nedenle onun yoksulluğu çok boyutludur ve yalnızca sosyal yardımlarla ya da girişimcilik projeleriyle çözülebilecek bir durum değildir.
Faşist şeflik rejiminin kadın yoksulluğuna yanıtı ise "mikro kredi" uygulamaları, "kadın girişimciliği" teşvikleri gibi göstermelik projelerle sınırlıdır. Ancak bu politikalar ne yapısal eşitsizlikleri hedef alır ne de Kürdistan'daki sömürgeci uygulamaları sorgular; aksine yoksul kadınları sermaye sistemine daha sıkı bağlamanın, bağımlı hale getirmenin yollarını arar.
Tam da bu noktada, rejimin "aile yılı" ilan etmesi tesadüf değildir. "Aile yılı" artan yoksulluğu çözmek değil, onu yönetilebilir kılmak için geliştirilmiş bir ideolojik kuşatma aracıdır. Kadınlardan ev içi emeklerini sınırsızlaştırmaları, "fedakarlık" ve "annelik" adı altında her türlü yoksunluğa katlanmaları istenmektedir. Bu söylem, Kürdistan'da kadınların üretimden ve toplumsal, siyasal alandan daha fazla koparılmasına, ev içine hapsedilmesine hizmet eder. Aile, burada yalnızca bir özel alan değil, devletin denetim hücresidir; yoksul kadının emeği ücretsiz ve görünmez bir biçimde yeniden üretime koşulur. Böylece hem sermaye korunur hem de ulusal direnişin toplumsal zemini zayıflatılmak istenir.
Kürdistan'daki kadın yoksulluğu; erkek egemen kapitalizmin, ulusal sömürgeciliğin ve neoliberal tahakkümün tam kesişim noktasında yer alır.
Buna karşılık Kürt kadın hareketi, belediyecilik deneyimleri, kadın kooperatifleri, ekolojik üretim birimleri ve dayanışma ekonomileri gibi çok katmanlı pratikler geliştirmiştir. Bu pratikler yalnızca hayatta kalma stratejileri değil, toplumsal yeniden üretimin kadın lehine dönüştürülmesinin örnekleridir.
Göçle yoksullaşan kadınlar, 2000 sonrası süreçte mahalle örgütlenmelerinde, kadın derneklerinde, demokratik siyaset zeminlerinde aktif rol üstlenmiş; kendilerini yalnızca ezilen değil, mücadele eden olarak yeniden tanımlamışlardır. Bu dönüşüm, yoksulluğun içselleştirilmesine karşı güçlü bir reddi de ifade eder.
Kapitalist ekonominin kadın yoksulluğuna karşı bulduğu tek "çözüm(!)" kadınların daha fazla sömürülmesi ve sermayenin korunmasıdır. Artan kadın yoksulluğunu ortadan kaldırmak, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum kurma hedefiyle mümkündür. Bu ise, mevcut düzenle uzlaşmayı değil, onu kökten reddeden devrimci bir kopuşu zorunlu kılar.