19 Aralık 2025 Cuma

Devlet koruması altında erkek şiddeti

Mecliste yaşananlar, güvencesiz ve zorunlu emek rejiminin kadın bedenini ve emeğini nasıl hedef aldığını göstermektedir. Burada söz konusu olan, özgür iradeye dayalı bir çalışma ilişkisi değil; ekonomik bağımlılık ve gelecek kaygısı üzerinden kurulan çok katmanlı bir sömürü düzenidir. Erkek egemenliği ile sermaye egemenliği burada birleşmekte; bu birleşme planlı, kurumsal ve süreklilik taşıyan bir iktidar biçimi olarak yeniden üretilmektedir.

TBMM'de 18 yaşından küçük stajyer genç kadınlara yönelik cinsel taciz ve istismar saldırısının basına yansıması, erkek egemenliğinin yalnızca toplumsal yaşamda değil, devletin en merkezi kurumlarında da nasıl kurumsallaştığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Türkiye'de genç kadın bedenine yönelen cinsel saldırılar ne tesadüftür ne de birbirinden kopuk vakalardır. Bu saldırılar, kapitalist sistemin erkek egemenliğini ve kadın sömürüsünü yeniden üreten yapısal bir şiddet rejiminin ürünüdür. Kadına yönelik şiddet, tekil erkeklerin bireysel "ahlaksızlıklarıyla" açıklanamayacak kadar sistematik, süreklilik taşıyan ve politik bir karaktere sahiptir.

Tam da bu yapısal niteliğin bir sonucu olarak, olayın uzun süre yetkililerin bilgisi dahilinde olmasına rağmen kamuoyundan gizlenmesi, devletin refleksinin mağdurları korumaktan çok failleri ve kurumsal itibarı kollamak yönünde işlediğini göstermiştir. Aile Meclise resmi başvurusu yapana kadar dosyanın üzerinin örtülmesi, erkek şiddetinin devlet mekanizmaları eliyle nasıl sistematik biçimde görünmez kılındığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bu örtbas pratiği, ancak olayın basına yansıması ve kamuoyunda güçlü bir tepki oluşmasıyla kırılabilmiştir. Bunun ardından Meclis, konuyu zorunlu olarak gündemine almıştır. Fail erkekler hakkında bazı idari ve adli süreçler başlatılmış olsa da, bu adımlar sorumlulukla yürütülen şeffaf bir hesaplaşmadan ziyade, krizi yönetmeye dönük sınırlı müdahaleler olarak kalmıştır. Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonunun (KEFEK) sürece dair bilgileri kısıtlı biçimde paylaşması ve soruşturma raporlarına erişimi isteğe bağlaması, denetim mekanizmasının nasıl işlevsizleştirildiğini göstermektedir.

Bu tablo, sürecin başından itibaren işletilen cezasızlık politikasının basına yansımanın ardından da sürdüğünü göstermektedir. Şikayetlerin ilk aşamada "yanlış anlamışsınızdır" denilerek reddedilmesi, faillerin korunması ve mağdurların yalnızlaştırılması; cezasızlığın rastlantısal değil, bilinçli bir devlet politikası olarak işletildiğini ortaya koymaktadır. Kadın örgütlerinin ve kamuoyunun baskısı sonucunda tutuklamaların gerçekleşmesi ise erkek egemenliğinin, ancak teşhir olduğunda geri adım attığını göstermektedir. Buna rağmen Meclisteki cinsel istismar tablosu bütünlüklü biçimde sorgulanmamış, kadın örgütleri dışında geniş bir sessizlik hakim olmuştur. Soruşturma süreçleri ağır işlemiş, dosyalar sürüncemede bırakılmış ve cinsel şiddetin üstü çoğu zaman idari önlemlerle kapatılmaya çalışılmıştır.

Bu cezasızlık rejimi, cinsel şiddetin basına yansımasının ardından yapılan resmi açıklamalarda da açık biçimde sürdürülmüştür. Olayın "tecavüz ya da başka bir cinsel saldırı olmadığı" özellikle vurgulanmış; tacizin kapsamının abartıldığı iddia edilmiştir. Meclis mutfağının 7/24 kameralarla izlendiği ve yalnızca tek bir şüpheli durumun tespit edildiği yönündeki açıklamalar, cinsel tacizi dar ve yüzeysel bir çerçeveye hapsetmiştir. Oysa kadınların başvuruları; ısrarlı mesajlar, hiyerarşik baskı, sürekli takip ve psikolojik kuşatma gibi çok boyutlu taciz biçimlerini içermektedir. Kamera kayıtlarına indirgenen bu yaklaşım, cinsel şiddetin gerçek niteliğini bilinçli biçimde görünmez kılmaktadır.

Söylemsel daraltmanın kurumsal karşılığı ise Meclis tutanaklarında açıkça görülmektedir. Kadına yönelik şiddetin bütünlüklü biçimde tanınmadığı; psikolojik ve dijital şiddetin yok sayıldığı bu kayıtlar, fail erkeklerin korunmaya devam edildiğini; kadınların susturulduğunu, korkutulduğunu ve yalnız bırakıldığını göstermektedir. Meclis, kadınlar açısından ne tarafsız ne de güvenli bir alan olarak işlemektedir. Aksine, erkek egemen şiddetin ve emek sömürüsünün kurumsallaştığı bir mekan niteliği taşımaktadır.

Bu kurumsallaşma, sermaye egemenliği ile erkek egemenliğinin nasıl iç içe geçtiğini de açık biçimde ortaya koymaktadır. Mecliste yaşananlar, güvencesiz ve zorunlu emek rejiminin kadın bedenini ve emeğini nasıl hedef aldığını göstermektedir. Burada söz konusu olan, özgür iradeye dayalı bir çalışma ilişkisi değil; ekonomik bağımlılık ve gelecek kaygısı üzerinden kurulan çok katmanlı bir sömürü düzenidir.

Sömürü düzeni, AKP-MHP iktidarının "aile yılı" politikasıyla daha da derinleştirilmektedir. Kadınlar bu politikalar aracılığıyla daha görünmez, daha savunmasız ve daha kolay baskı altına alınabilir hale getirilmektedir. Güvencesiz koşullarda çalıştırılan genç kadınlar, erkek amirlerin ve hiyerarşik tahakkümün baskısı altındadır. Bu baskı, onları cinsel mesajlara, sözlü tacize ve fiziksel istismara açık hale getirmektedir. Erkek egemenliği ile sermaye egemenliği burada birleşmekte; bu birleşme planlı, kurumsal ve süreklilik taşıyan bir iktidar biçimi olarak yeniden üretilmektedir.

Söylemleri ise bu sömürü rejiminin doğrudan bir uzantısını oluşturmaktadır. Genç kadınlar eğitimden koparılarak atölyelere ve küçük işletmelere ucuz işgücü olarak yönlendirilmekte; çocuk yaşta emek sömürüsü "meslek edinme" adı altında meşrulaştırılmaktadır. Erkek denetiminde kurulan bu alanlar, yalnızca ağır emek sömürüsü değil, aynı zamanda cinsel taciz ve şiddet açısından da yüksek risk barındırmaktadır. Lise ve orta okul düzeyine indirilen mesleki eğitim ve MESEM'ler, itaati ve sessizliği dayatan erkek egemen bir disiplin mekanizması olarak işlemektedir.

Mesleki eğitimde stajyerlik, genç kadınların hem kamusal alanda hem de emek alanında aynı iktidar ilişkilerine maruz bırakıldığını somutlamaktadır. AKP iktidarı, farklı adlar altında aynı sömürü ve tahakküm düzenini yeniden üretmekte; kadınların yaşamlarını güvencesizlik, sessizlik ve itaat üzerinden şekillendirmektedir.

Kadın örgütlerinin Meclis kapısı önünde yapmak istediği eylemin polis barikatıyla engellenmek istenmesi bu politikanın açık bir devamıdır. Polis, erkek egemen düzeni, devletin itibarını ve faillerin dokunulmazlığını koruduğunu bir kez daha göstermiştir. Bu barikatlar yalnızca fiziksel değil; kapitalist erkek egemen rejimin siyasal ve ideolojik savunma hatlarıdır. Ancak kadınların öfkesi ve isyanı bu barikatları aşmış, suskunluğa karşı özgürlük hattını kurmuştur.

Kadın özgürlük mücadelesi açısından tablo nettir. Genç kadın bedeninin hedef haline getirilmesi, sınıfsal, ulusal ve cinsel sömürü rejiminin doğrudan sonucudur. Bu sorun, reformlarla ya da yüzeysel önlemlerle çözülemez. Erkek egemenliğinin üretildiği siyasal ve hukuksal yapı ortadan kaldırılmadan şiddet ve sömürü döngüsü kırılamaz.

Genç kadınların maruz kaldığı cinsel taciz ve saldırıları baskı görmeden açıklayabilecekleri, failden ve devletten bağımsız mekanizmaların kurulması önemli bir yerde duruyor. Kadın örgütlerinin söz ve karar sahibi olduğu bağımsız izleme ve denetleme komisyonlarının oluşturulması, lise ve ortaokul düzeyine indirilen mesleki eğitim ve MESEM'ler aracılığıyla örgütlenen sömürünün sonlandırılması, MESEM'lerin kapatılması ve tüm failler hakkında etkin, şeffaf ve caydırıcı yargı süreçlerinin işletilmesi zorunludur. Cezasızlık ve koruma rejimi kırılmadan, erkek egemen düzen dağıtılmadan gerçek bir adalet mümkün değildir.

*İşçi Sınıfı ve Ezilenlerin Sesi ATILIM gazetesinin 19 Aralık tarihli 249. sayısında yayımlanan başyazısı.