25 Nisan 2024 Perşembe

Tümüklü: Suçüstü yakalanan devlete karşı öfkeyi ve kolektif yaşamı örgütlemeliyiz

ESP Eş Genel Başkanı Şahin Tümüklü, depremin yaşandığı gün bir grup partiliyle yola çıkarak Antakya'ya gitti. Depremin ardından devletin kurumlarının halkın ihtiyaçlarını karşılamak, enkaz altında kalanları kurtarmak üzerine bir plan yapmadığını, OHAL ilan ederek, "yağmacılar" diyerek halkı ve mültecileri hedef göstererek kendisine yönelik tepkilerin hedefini saptırmaya çalıştığını söyledi. Tümüklü, deprem bölgelerinde halkın kendi özyönetimini kuracak ve emekçi sol güçlerin ortak hareket etmesini sağlayacak mekanizmalara ihtiyaç olduğuna işaret etti.

Maraş merkezli 6 Şubat günü yaşanan iki büyük depremin ardından Antakya'ya giden Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Eş Genel Başkanı Şahin Tümüklü, orada karşılaştıkları tabloyu anlattı. Tümüklü, devletin OHAL ilanı, "yağmacı" diyerek halkı ve mültecileri hedefleştirmesini, savaşa kullandığı olanakları halkı enkaz altından çıkarmak için neden kullanmadığını ve bölgedeki emekçi sol güçlerin bundan sonra neler yapması gerektiği üzerine değerlendirmede bulundu.

ANTAKYA'DA HALK 45 SAAT SUSUZ KALMIŞ

Depremin ilk günü Antakya'ya yola çıktınız. Gittiğinizde nasıl bir tabloyla karşılaştınız?
Depremin birinci günü yola çıktık. Sabaha karşı Adana'ya vardık. Adana'ya geldiğimizde kentin ikiye ayrıldığını gördük. Bir tarafı hiç etkilenmemiş, bir tarafında yıkım vardı. Sonrasında Erzin, İskenderun üzerinden geçtik. Geçtiğimiz her yerde aynı manzara vardı. Son dönemde eski dere yataklarına veya göl tabanlarına, tarım alanlarına yapılmış mahallelerin yerle bir olduğunu gördük. Kentlerin bir taraflarında hiçbir şey yok, diğer tarafında yıkım vardı.

Antakya kent kavşağına geldiğimizde herkes bir yere gitmeye çalışıyordu. Burada çok uzun süre bekledik. Yol açacak, kimin nereye gideceğini yönlendirecek kimse yoktu. Tam bir keşmekeşlik vardı.

Öğleden sonra Armutlu'ya ulaştığımızda tam bir çaresizlik ve sahipsizlik vardı. Gelenlerden ilk olarak su istediler. Bu çok çarpıcıydı. Depremin üzerinden 45 saat geçmişti biz vardığımızda, insanlara su dağıtılmasını dahi örgütleyemeyen bir devlet ve belediye gerçeği vardı.

İNSANLAR ENKAZLARIN BAŞINDA SEVDİKLERİNİ BEKLİYORDU
Binalar birbirinin üzerine yıkılmıştı. Yeni ve eski binalarda benzer bir yıkım vardı. İnsanların büyük kısmı yıkılma tehlikesine rağmen binaların başında bekliyordu. HDP heyetiyle bazı sokaklara gittiğimizde nedenini sorduk. Enkazdaki sevdikleriyle konuştuklarını söylediler. Kendisi enkazın dışında yaralı, yakınları, sevdikleri içeride. Her gelene yardım çığlığı atıyorlardı. Halkın kendi başına bırakılmış bir çaresizlik içinde nasıl çığlık attığını hep beraber gördük. Bizim için de çok dramatikti. Üzerinde sadece bir pijama, çocuğunu kaybetmiş, ne yapacağını bilemeyen anne babalar. Sahipsiz çocuklar, gençler... Bütün bunlar yaşanırken devlet ortada yok. Orayı koordine edecek, arama kurtarma ekibini sevk edecek hiç kimse yoktu.

Ne AFAD'ı, ne Kızılay'ı, ne devleti, belediyesi hiçbiri yoktu ortada. Devrimciler, demokratlar, hızla bir koordinasyon kurmaya girişti. Biz de oraya katkı sunmaya çalıştık. İlk anda gelen bazı madenci grupları, devrimci sosyalist kurumlar, dernekler vardı. Onların çabalarıyla insanlara ulaşmaya, gelen arama kurtarma ekiplerini de bazı sokaklara sevk ederek ölümlerin önüne geçmeye çalıştık.

CENAZELER BATTANİYEYE SARILI SOKAKTAYDI
En çarpıcı olan şey şuydu: İnsanlar enkazdan çıkardıkları ölülerini battaniye ya da üzerinde başka bir şey örterek sokakta tutuyordu. Bu görüntü meselenin boyutunu gösteriyordu.

VALİ, KAYMAKAM, BELEDİYE İLK İKİ GÜN YOKTU

Devlet bu muhataplık halini değiştirdi mi?
ESP olarak Antakya'nın ilçelerine, Antep, Nurhak, Elbistan, Adıyaman, Osmaniye ve Adana'ya gittik. İlk iki gün bir muhatap yoktu. Devlet acz içindeydi. Milyarlarca lira deprem vergisi toplanmış ve bunlar ilan edilmişti. Ama bir çadır yoktu. Koordine edecek mekanizması yoktu. Valisi, kaymakamı, belediyesi yoktu. Üçüncü günün sonunda Antakya'ya aşevi kurdu kaymakamlık. Böyle bir devlet gerçeği vardı.

İnsanların anlattığı şey şu. İnsanlara mesaj gönderme, bir iletişim örgütlemeyi bile beceremediler. Telefon hatları çekmiyor, mobil baz istasyonu bile gönderemez durumdalar. Bu kadar para topluyorsunuz, uluslararası kuruluşlardan destek alıyorsunuz, dünyanın değişik halklarına kuvvet gösterisi yapıyorsunuz, gel gelelim ki bir çadır örgütlemekten, mobil baz istasyonu kurmaktan, muhataplık kurmaktan uzak bir devlet gerçeğiyle karşı karşıyaydık.

İkinci gün, Antalya Büyükşehir Belediyesi ve başka belediyelerin çadırları ve aşevleri geldi. Bu önemli bir şeydi. Oradaki insanların yatacak yer olmasa bile aşevi ve kurulan çadırla sıcak bir çorba içmeleri sağlandı.

DEVLET DÖRDÜNCÜ GÜN ELİNDE  OTOMATİK SİLAHLARLA GELDİ
İnsanların çaresizliğine çözüm üretmek için biz dahil devrimci, demokrat, sosyalist örgütler çalışma yaptı, yardım çağrıları, dayanışmayı örgütledi. Halkı kendi kaderine bırakmadı. Aramızda iş bölümü ve işbirliği yaptık. Halka  çaresiz olmadığını gösterdik.

Biz, Harbiye'de konumlanmıştık. Devlet dördüncü gün otomatik silahlarla donatılmış, elleri tetikte 40-50 kişilik asker grubuyla geldi mahalleye.

ARAMA-KURTARMA İLK ANLARDA SEFERBER EDİLSE DAHA ÇOK İNSAN YAŞARDI

Deprem bölgesine uzman kurtarma ekipleriyle ilk günlerde gidilmiş olsaydı bu kadar can kaybı olur muydu?
Kesin bir biçimde söyleyebiliriz ki ilk anlarda arama-kurtarma ekipleri seferber edilse bu kadar insan yaşamını yitirmezdi. İkinci günkü artçılardan sonra birçok bina çökmeye devam etti. Toplanma alanı yok örneğin. Her şeyi burjuvazinin, sermayenin ihtiyaçlarına hasreden bir devlet, belediye anlayışı olunca, ortaya çıkan tablo bu oluyor.

İnsanlar binaların altında kaldı artçılardan sonra. Belki iyi bir koordinasyon olsaydı bu sayı daha az olurdu. Biz ve birçok dost kurum, siper yoldaşımız çıplak elleriyle, yetersiz teknik malzemeyle, özel bir deneyime sahip olmadan arama kurtarma yaptık ve çok fazla insanı çıkardık. Bu kadar olanaksızlığa, yetersizliğe, eğitimsizliğe rağmen bunlar yapılıyorsa, bu kadar kaynağın biriktirildiği devlet ikinci gün gitmiş olsaydı, hiç kuşkusuz bu can kaybı yarı yarıya azalacaktı. Her bakımdan bir suç var ortada. Bu hazırlığı yapmamak bir suç, halkın bu şekilde ölümüne yol açmak suç.

OLANAKLAR ENKAZ ALTINDAKİLERİ ÇIKARMAYA DEĞİL SAVAŞA KULLANILDI

Bir olanaksızlık mı bu yoksa politik bir tercih mi yaptı devlet?
Bir tercih yapıyor. Kürt halkının mücadelesini bastırmak için savaşa yatırım yapıyor. Vücut ısısını ölçen termal kameralarla enkaz altındaki insanlara ulaşılabilirdi. Biz biliyoruz ki bunlar Kürdistan'da savaşta kullanıyor. Tercihi, depremde enkaz altında halkı kurtarmak için değil savaştan yana kullanıyor.

Şehir Plancılar, TMMOB yetkilileri, tarım alanlarına, fay hatlarına kent kurmayın diyor. Amik  ve Gavur Gölü'nün drenaj yapılarak kurutulan alanlarına kent yapılmış. En büyük yıkım oralarda mesela. Nurdağ'ın köylerine bakıyorsun eski Gavur Gölü'nün tabanı. Eski insanlar bunları gözeterek yaşam alanlarına bu tür bölgelerden uzağa kurmuş ama bugün durum farklı. Hatay Havaalanı Amik Gölü kurutularak üzerine kurulmuş. Depremde hasar oluştu ve uzun süre kullanılmadı işte. Neden, rant tercihidir. İhale tercihidir. Kendi sermaye örgütlenmesini büyütme tercihi var. Bu tercihi böyle kurarsanız, toplanma alanı bulamazsınız, doğal afet alanı üretemezsiniz.

Yapılan binaların yapı denetimine sokulması lazımdı. Ama AKP-MHP'nin il-ilçe örgütünden geçen sermayedarlar, ya da CHP'li belediyelerinin akrabaları yapı denetimleri atlatarak ruhsat alıyorlar. İki yıllık binalar çatır çatır yıkıldı. Bütün sorumlu müteahhitler mi? Hayır değil. Ona izin veren belediyeler, bunu denetlemeyen devlet sorumlu değil mi? Orada özel bir tercih var. Devlet yaşatma değil, öldürme tercihi yapıyor. Halkın ihtiyacına değil, rantın ve ihaleciliğe dayalı bir tercih var. Bu aynı zamanda yönetememeyi, aczi getiriyor. Onun için de OHAL ilan ediyor.

MARKETLER 'YAĞMA'LANMADI İNSANLAR YAŞAMAK İÇİN İHTİYAÇLARINI ALDI

OHAL ilanını da konuşacağız ama öncelikle başta Antakya olmak üzere birçok kentte "yağmacılar" ve mültecilere yönelik linç saldırıları örgütlenmeye çalışıldı. Devlet ne yapmak istedi bu söylemlerle?
"Yağma" diye tariflenen şey şu. Siz görevlerinizi yapmıyorsunuz, hiçbir çözüm üretmiyorsunuz. İnsanlar enkaz altından çıkmış, etrafta açlık, susuzluk var. Yanıbaşınızda yiyecek, su var. Çocuklar açlıktan, susuzluktan, soğuktan çaresiz durumda. İnsan doğal olarak yaşamını sürdürebilmek için en yakınındaki marketlere girdi. Yani insanlar dışarıda kalmış, aç ve susuz, ölsünler mi deniliyor? Bu çok meşru bir şey. İnsanlar ihtiyaçlarını gideriyor sadece.

Ama devlet buna "yağma" diyerek sermaye düzenini sarsacak hareketleri cezalandırmak istiyor. Çünkü bunu sermayenin düzenini sarsacak bir eylem olarak görüyor. Üçüncü gün Samandağ'a gittiğimizde her marketin önünde asker bekliyordu. İnsanlar enkazın altında inliyor, askerler onları enkazdan çıkarmak yerine marketleri koruyor. Çünkü faşist egemenliği sürdürmenin yegane yolu burjuvazisinin bekasını korumaktır.

DEVLET TEPKİYİ MÜLTECİLERE YÖNELTEREK GERÇEĞİ TERS DÜZ ETMEK İSTEDİ
İktidar ve onun paramiliter kontra örgütleri, Zafer Partisi ve türevi olan kontra partiler, uzun süredir devam ettirdikleri mülteci düşmanlığını, ırkçılığı, şovenizmi deprem döneminde de sürdürdü. Mülteciler "yağma" yapıyormuş gibi lanse edilmesi gerçeğin ters düz edilmesidir. Halkın, emekçilerin devlete, sermayeye öfkesini ters düz ederek hiç muhatabı olmayan mültecilere yöneltmek istediler. Böylece gerçeği saptırmış oluyorlar. Bu faşist yönetme tarzıdır. O coğrafyada insanların yüzde 80'i zaten Arapça konuşuyor. Anadilleri Arapça.

Hem "yağma" hem de mültecilere yöneltilen linç kampanyasına tutum almak lazım. Zafer Partisi dahil, faşist partilerle her sahada mücadele etmek lazım. Devletin  tutumunu teşhir etmek lazım.

SUÇ ÜSTÜ YAKALANAN DEVLET TEPKİLERİ ÖNLEMEK İÇİN OHAL İLAN ETTİ

OHAL ilanı burada nerede duruyor?
OHAL tam bu noktada devreye giriyor? Devlet, her bakımdan suç üstü yakalandı. Halka karşı suç işledi. Buna karşı ciddi bir öfke oluştu. Bunun kontrol altına alınması lazımdı. İkincisi, ortaya çıkan devletin güçsüzlük hali var. Devlet su taşıyamadı, çadır kuramadı. Uzak köylere ulaşamadı. Tamam doğal afet bu ama bir devlet ne için var. Sizin varlık sebebiniz ne diye soruyor insanlar. Bir deprem oluyor ortada yoksunuz.

Öfkeyi kontrol etmek, halka sopa göstermek istiyor OHAL ile. Faşist devlet kendi içinde zaten OHAL rejimidir. Ekstra bir OHAL ilan ederek karşı çıkanları "yağmacı" diyerek öldürüyor. Karşı çıkanların karşısına askerlerini dikiyor. Harbiye'de gördük. Onlarca asker elleri tetikte sokakta yürüyor. Kime karşı yürüyorlar. Tüfekle değil, kazma kürekle oraya gelmeleri gerekiyordu. Tüfekle değil çadırla gelmeleri gerekiyordu.

Özellikle Antakya, Nurhak, Elbistan gibi yerler hem Gezi isyanında kendini gösterdi hem de yıllardır egemen iktidarla uzlaşmamış toplumsal zeminleri barındırıyor. OHAL ilanı bu bölgedeki halka karşı özel bir yönelimi de ifade ediyor. Hem kendini hem sermaye düzenini korumanın hem de içinde bulunduğu aczi örtmek için kullanıyor OHAL ilanını.

ÖZYÖNETİME DENK NÜVELER ÖRGÜTLENDİ

Devrimciler, emekçi sol güçler hızla bölgeye gitti ve halkın ihtiyaçlarını karşılamaya, enkaz altındakileri kurtarmaya çalıştı. Peki sonrası bakımından ne yapılması gerekiyor?
Gezi'de de gördüğümüz, şimdi de gördüğümüz bir şey vardı. Özellikle, Antakya, Samandağ, Harbiye, Nurhak, Elbistan, Narlı gibi daha mücadeleci kesimlerin olduğu yerlerde doğal bir dayanışma örgütlenmesi var. Hem dışarıdan giden devrimci, sosyalist ve değişik örgütlerin tarihsel deneyimleri var. Bir nevi özyönetime denk düşen, özyönetim nüvesi sayabileceğimiz, dayanışmayı birlikte örgütleme pratikleri var. Buna yaslanmak lazım.

Bu özyönetim pratikleriyle halkın kendi kendini yönetmesini sağlayacak mekanizmaları üretmeliyiz. Çünkü gördük. Sınıfta kalmış devlet gerçeği var. Sınıfta kalmış bir iktidar gerçeği var. Sınıfta kalmış bir belediyecilik gerçeği var. Fakat bunun karşısında kendini yönetme gücü gösteren bir halk ve devrimciler, emekçi sol güçler var.

ÖRGÜTLÜ GÜÇLER KOORDİNE OLMALI
Özellikle sahada çalışan örgütlü güçlerin dağınık halinden kurtulması lazım. Onların belli bir koordinasyonla, hem kendilerini hem işleri yönetecek hem de dışarıdan gelecek malzeme ve ekipleri koordine edebilecek bir güce sahip olması gerekiyor. Bu durumu bizim dışımızdaki hiçbir kuvvete bırakmamak gerekir.

Bundan sonra yapılması gereken şu. Yıkılan yerleri nasıl inşa edeceğiz. Giden insanların gelmesini nasıl sağlayacağız. Birlikte yönetmeyi ve birlikte yaşama nasıl örgütleyeceğiz. Yaşam alanlarının üretilmesi, kolektif üretim alanlarının inşa edilmesine yönelmek gerekiyor. Ama öncelikle, sahada yapılması gereken şey şu: Halkın kendi kendini yönetmesi, nüve halindeki parçalı örgütlülüklerin bir araya getirilmesi lazım.

Diğer taraftan da sermayeyi koruma anlayış ve yaklaşımlarının teşhir edilmesi ve öfkenin örgütlenmesi gerekiyor. Ezilenlerin kurtuluşu mücadelesi, hiçbir burjuva partiye bırakılamaz. Çünkü en nihayetinde o da kendi sermayesinin, rantiyecisinin, ihalecisinin koruyucusu, kollayıcısı oluyor.

ÖFKEYİ VE KOLEKTİF YAŞAMI ÖRGÜTLEMELİYİZ
Deprem sahasını görüyoruz. Yüzde 30'u CHP'nin elinde, yüzde 60'ı AKP-MHP'nin elinde. Bunların birbirine çok benzediğini biliyoruz. Kendi egemenliğini, bekasını koruma ve sürdürme derdindeler. Bizler bakımından mesele burada tarafgirleşiyor. Netleşiyor. Nedir o? Kendi yönetme gücümüzü ve halkın kolektif örgütlü yaşam potansiyelini ortaya çıkaracak eğilimleri örgütlemeliyiz. Yani bir taraftan öfkeyi örgütlemek, bir taraftan da kolektif örgütlü yaşam eğilimini açığa çıkarmak ve örgütlemekten geçiyor.