20 Nisan 2024 Cumartesi

Olcay Çelik yazdı: Faşizmin bağımsızlık mücadelesi

Siyasi iktidarın doları frenleme çabaları kifayet etmedi ve Dolar 7.3 TL'yi, Euro da 8.4 TL'yi aştı. Büyüyebilmesi yabancı sermaye akımlarının ve ithal-girdi bağımlılığının artarak sürmesine bağlı olan Türkiye kapitalizmi için bu, borçların durduğu yerde katlanması ve üretim için muhtaç olduğu ithalatı yapabilmesini çok daha zorlaştı. Bunun üzerine faşist şef ve subayları son günlerde antiemperyalizm, bağımsızlık ve hatta devrim bayrağını(!) daha da yükseklere çıkardı:  

"Bizim mücadelemiz, ülkemizi ve bölgemizi iki yüz yıl boyunca etkisi altına almış Batılılaşma politikalarının ürettiği ağır maliyetlerden ve ne yazık ki Batıcı elitlerin yıllar yılı önümüze kader diye koyduğu bağımlılık tuzağından kurtulmaktır." (Fahrettin Altun, 08.08.2020)

"Sanayide dışa bağımlılık milli güvenlik açısından en az siyasi bağımlılık kadar vahim bir durumdur. Üretimde, ihracatta güçsüzlüğün bedelini diplomaside, terörle mücadelede ödedik." (Erdoğan, 09.08.2020) 

"Türkiye dünyada en devrimci ülkelerden birisi. Bir kere bu adaletsiz, haksız sisteme başkaldırıyor." (Berat Albayrak, 11.08.2020)

"İthalatı değil üretimi destekliyoruz. Gelir adaletini tesis ediyoruz. Faizi minimum seviyelere indirip sömürü sisteminin çarklarını kırıyoruz. Salgın sürecinin yönetiminde diğer ülkeleri geride bırakıyoruz. Büyük Türkiye için #TamBağımsızEkonomi yolunda kararlılıkla yürüyoruz." (Fahrettin Altun, 12.08.2020)

Bu safsataların özünde yeni olan hiçbir şey yok. Mussolini'nin 1919 tarihli faşist programı ya da Nazilerin 1920 tarihli yirmi beş madde programı da ülkelerini dünyada hak ettiği yere kavuşturma, düşürülmüş olan ulusu tekrar ayağa kaldırma, milli üretim atılımını gerçekleştirme ve bağımsızlaşma gibi hedefleri temel alıyordu.

Şüphesiz ki faşist şefliğin açık ya da örtük olarak referans vermeye çalıştığı yer tarihsel faşizmler değil, 1960-70'lerin burjuva ulusal kalkınmacı politikaları ve hatta sosyalizm mücadeleleri. Faşist şef bu dönemin halkçı ve devrimci akımlarının kitle hafızasında ve kültüründeki olumlu çağrışımları temellük etmeye çalışıyor. Böylece kapitalist bir iktidar olarak, kapitalizmin krizinin faturasını omuzlarına yıktığı aç, işsiz ve yoksul milyonların akıllarını sözde halkçı söylemlerle bulandırmaya, biriken isyanın önünü almaya ve kendi çıkarlarını kitlelerin çıkarlarıymış gibi yansıtarak onları ırkçı, ümmetçi, şoven histerinin taşıyıcıları kılmaya çalışıyor.

BAĞIMLILIĞI YARATAN SİYASİ İKTİDAR
Emperyalizmin mali-ekonomik sömürgeleştirme programını bire bir uygulayanın, dolayısıyla bugünkü yabancı sermaye ve ithalat bağımlılığını yaratanın bizzat bu siyasi iktidar olduğunu sürekli olarak teşhir etmek gerekiyor. Öte yandan, zamanında tüm bloklarıyla Türk burjuvazisini büyütmeye yaramış olan bu bağımlılığın Türkiye kapitalizmi için artık sürdürülemez hale geldiği ve faşist şefin de bu sorunu gerici "çözümler" getirme çabalarını da iyi tahlil etmeli. Dolayısıyla asıl soru şu olmalı: Bugün kendine yeterli, tam bağımsız ve refaha dayalı bir burjuva ulusal kalkınmacılık mümkün müdür? Faşist şefin koyduğu sözde iktisadi bağımsızlaşma hedefinin somut içeriği ve işçi-emekçi kitleler için anlamı nedir? Bu sorulara verilecek yanıtlar, "bağımsızlık" kavramın kitleler nezdinde yaptığı olumlu çağrışımların aldatıcılığının açığa çıkarılmasında büyük önem arz ediyor.

Yeni sömürge ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleri ve yerli burjuvaziler için emperyalizme bağımlılığın teori ve politik program düzeyinde öne çıkması 1950-60'lara denk düşer. SSCB'nin emperyalizmin sömürge tekelini sarstığı, ezilen halkların yarı-sömürgeci boyunduruktan kurtulduğu 20. yüzyılın ilk yarısında burjuva sınıfın önderliğinde bağımsızlık mücadelesini kazanan ülkeler kapitalist gelişme yoluna girmişti. Sermaye birikimi çok zayıf ve modern sanayi alt yapısından yoksun olan bu ülkeler için ekonomik gelişmenin emperyalist burjuvazi tarafından tavsiye edilen yolu, tarım ürünleri ihraç edip, karşılığında kendilerinden sanayi ürünlerini ithal etmeleriydi. Ancak iki üretim kolu arasındaki üretkenlik farkı doğal olarak bu ülkeler arasında eşitsiz bir mübadele ilişkisi yaratıyor, bu da tarım ülkelerinin sanayileşmesine engel olarak emperyalizme bağımlılığı ve aradaki uçurumu arttırıyordu.

Bu olgu, söz konusu ticaret modelinin yeni-sömürge haline gelmiş olan kapitalist ülke burjuvazileri cephesinde sorgulanmaya başlanmasına ve ithal-ikameci sanayileşmeye dayalı sermaye birikimi fikrinin benimsenmesine yol açtı. Tarıma dayalı üretimin terk edilip, ithal edilen sanayi ürünlerinin yerli üretimine odaklanılacağı, kendine yeterliliğin esas alınacağı, yerli burjuvazinin (ve ülke içindeki yabancı tekellerin) yüksek gümrük duvarlarıyla rekabetten korunacağı, ulus-devletin kolektif bir sermaye birikim aygıtı olarak iş göreceği bir birikim tipiydi bu. Bağımlılığın düzen-içi eleştirisi diyebileceğimiz bu görüş, hem yeni-sömürgelere meta ve sermaye ihracını daha ileri bir seviye taşıyacağı, hem de SSCB "tehdidine" karşı yerli burjuvazileri güçlendirip, sosyal tavizler yoluyla işçi sınıflarını kontrol altında tutacağı için emperyalist ülkelerce de bizzat tavsiye edilip, destekleniyordu. Bağımlılığın düzen-dışı eleştirisini yapan Marksistler ise yeni-sömürgelerin geri bırakılma olgusunun temelinde sermaye birikim tipinin değil, bizzat kapitalizmin yarattığı eşitsiz mübadele ilişkisinin olduğunu gösteriyor ve yerli sanayinin gelişmesinin ancak ve ancak sosyalist devrimlerle mümkün olacağını söylüyorlardı. Sınıflar savaşının gelişim düzeyine göre kimi ülkeler kapitalist gelişme yolunu tutarken, kimileri de sosyalist devrimle taçlandı.

BUGÜN BURJUVA DEVLETLER İÇİN BAĞIMLILIK EKONOMİK VAROLUŞUN TEMEL KOŞULU
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında savaşın yarattığı sermaye ve işçi kıyımı sebebiyle yükselme eğilimine giren kâr oranları, zamanla sermayenin organik bileşiminin artması ve sömürü oranının verili sınırlarına ulaşması sonucu 1965 sonrasında tekrar düşmeye başladı ve 1974-75'te kapitalizmi tekrar yapısal krize sürükledi. İthal ikameciliğe dayalı sermaye birikim tipini benimseyen yeni-sömürge ülkeler dayanıklı ve dayanıksız tüketim mallarının yerli üretimini gerçekleştirmeye başlamış olsalar da, ölçekleri üretim araçlarının üretimine geçmelerine müsaade etmemiş, hatta bu yetersizlik ironik bir şekilde ithalat bağımlılığının ve dolayısıyla döviz krizlerinin tekrar gelişmesine yol açmıştı.

Tekelci kapitalizm bu yapısal krizini emperyalist küreselleşme evresine geçerek aştı. Ulusal pazarların yan yana sıkı birlikteliği yerini bütünleşik tek bir dünya pazarı ve fabrikası aldı. Uluslararası tekeller üretimin büyük kısmını ucuz emek cehennemi ülke burjuvazilerine devrederek emek ve yatırım maliyetlerini devasa oranda düşürdüler. Emperyalistlerin tek alıcı ve yatırım için finansman sağlayıcı konumda olmaları, bunun yanında taşeron burjuvazilerin üretim siparişlerini ve yabancı sermaye akımlarını çekmek için birbirleriyle yarışmak zorunda olması, dünya proletaryasının yüzde 85'inin ürettiği artıdeğerin aslan payının eşitsiz mübadele yoluyla emperyalistlere akmasını koşulladı. Taşeron burjuvaziler burada mağdur değil, işbirlikçi rol oynadılar, zira bu sayede iç pazarlarının dar sınırlarından kurtuldular. Bu süreçte meta ve sermayenin en yüksek kâr için serbestçe dolaşabilmesi ve yeni pazarların açılabilmesi için ulus-devletlerin üretici ve denetleyici güçleri bu işbirliği sayesinde özelleştirmeler yoluyla gasp edildi. Zaten SSCB "tehdidinin" dağıtılmasından sonra refah devleti gibi bir tavize gerek de kalmamıştı. Böylece yeni-sömürgeler ve bir çok eski sosyalist blok ülkesi bu niteliksel değişimlere koşut olarak mali-ekonomik sömürgelere dönüştürüldü. Ayrıca borsa, tahvil, türev vb. hayali sermaye piyasalarının gelişimi, proletaryanın gelecekte üreteceği artıdeğerin bugünden defalarca kez paylaşılmasını sağlayarak kâr oranlarının düşüşüne ek bir karşı-eğilim imkanı yarattı.

Emperyalist küreselleşme evresinin en önemli sonuçlarından birisi şudur: ithal-ikameciliğe, yani göreli olarak bağımsız ekonomi inşasına, kendine yeter hale gelmeye dayalı sermaye birikim tipinin esas olduğu 1960-70'lerin aksine, bugün burjuva devletler için bağımlılık artık mücadele edilmesi gereken bir olgu değil, ekonomik varoluşun temel koşuludur. Çünkü bu evrede üretim esas olarak emperyalist pazarlar için yapılır ve yerli burjuvaziler metaların bir bütün olarak üretimini değil, her bir metaların üretim süreçlerinin belli kısımlarını (hammadde çıkarımı, montaj, tasarım vb.) üstlenirler. Başında uluslararası tekellerin bulunduğu bu üretim zincirlerinde her bir ülke, bir önceki banttan geleni bir sonraki banta taşıyan bir tezgah olduğu için, her ülkenin ithalata bağımlılığı esastır. Bu koşullarda bir mali-ekonomik sömürge için bağımlılık oranını azaltmanın somut anlamı, ya hammadde zengini olmak (Rusya, Suudi Arabistan vb.) ya da söz konusu zincirde yüksek teknolojinin üretildiği süreçleri üstlenebilmektir (Güney Kore, Tayvan vb.). Bu süreçleri üstlenebilen ülke sayısı emek-yoğun kısımları üstlenenlerden az olduğu için, uluslararası tekeller karşısında pazarlık güçleri daha fazla olmakta, daha yüksek fiyatlı üretim yapabilmekte, dolayısıyla emperyalizmle daha az eşitsiz bir mübadele gerçekleştirerek, ürettikleri artıdeğerin elde tutulabildikleri kısmını bir nebze arttırabilmektedirler. Bu da onlara, uluslararası sermaye akımlarının ve küresel ticaretin azaldığı kapitalist krizlerden mümkün olduğunca daha az etkilenme şansı sunar.

Türkiye kapitalizmi için bugün iktisadi bağımlılık oranını azaltmak demek, geçmişin ithal-ikameci sermaye birikim tipine dönüp, görece kendine yeterli bir ekonomi inşa etmek değil, ya emperyalist  üretim hiyerarşisi içinde yüksek teknoloji üretimine dayalı süreçlere sıçramak ya da bol ve yeni hammadde kaynaklarına erişmek anlamına gelebilir. Yaygın kanının aksine, ilk yolu tutmak "bilim ve eğitime önem vermek"ten önce, yüksek ve merkezileşmiş bir sermaye birikimine sahip olmayı gerektirir. Bilim ve eğitim sadece böyle bir birikimi işlevli kılacak araçlardır. Örneğin, bugün emperyalist üretim hiyerarşisi içinde yüksek teknoloji üretim süreçlerini üstlenen ve hatta kendi tekellerini oluşturmaya başlamış olan çok az sayıdaki ülkelerden biri olan Güney Kore'nin yüksek ve merkezileşmiş sermaye birikimini sağlayan şeyler, Japon emperyalizminin sömürgeci boyunduruğundan kurtulduğunda gıda ve tekstil sanayi altyapısının hazır ve toprak reformunun yapılmış olması, en aşağılık bir neoliberal dikta rejimi altında işçi sınıfının kanının içilmesi ve 1946-76 arasında 16 milyar dolar ABD yardımı alması vardır. Bu yardımlar ithalatın üçte ikisini, tüm yatırımların da yarısı karşılayabilecek büyüklükteydi ve askeri harcamalardan ayrıydı. Katı devlet kapitalizmi ve bilimsel eğitim ise ancak bu altyapı üzerine kurulan üstyapı kurumları olarak işlev gördü.

Türk burjuvazisi ise ne böylesine uygun ve cömert koşullardan beslenebilmiş bir sermaye birikimine sahiptir, ne de burjuvazisinin ikili yapısı ve devrimci yükselişlerin tetiklediği rejim krizi böylesine istikrarlı ve bir merkezi sermaye koordinasyonuna müsaade eder durumda olmuştur. Bu durum, Türkiye kapitalizminin yüksek teknoloji üretimindeki payını kesinlikle arttıramayacağı ve bunun için uğraşmadığı anlamına gelmese de, emperyalist üretim işbölümünde üst halkalara doğru kategorik bir sıçrama yapmasının önündeki yapısal engellere işaret eder. Aslında bu engel sadece Türk burjuvazisinin değil, mali-ekonomik sömürgelerin tamamına yakını için geçerlidir. Doğu Asya kapitalizmleri burjuva ulusal kalkınmacılığın reçetesini değil, istisnasını teşkil etmektedirler.

SAVAŞ KRİZİ DEĞİL, KRİZ SAVAŞI DOĞURUYOR
Bu sebeple faşist şeflik rejimi siyasal-iktisadi tercihini ikinci seçenekten, yani "hammadde kaynaklarına erişmekten" yana kullanıyor. Geçmişinden yüksek bir sermaye birikimi devralamamış olsa da, emperyalist mirasına yaslanarak Rojava'da, Libya'da ve Doğu Akdeniz'de petrol ve doğalgaz yataklarını gasp etmeye çalışıyor. Çünkü en büyük ithalat (dolayısıyla bağımlılık) kalemini enerji oluşturuyor. Emperyalist nitelikteki bu saldırganlığı sadece enerji kaynaklarına erişim imkanı değil, aynı zamanda ülkeleri yıkıp yeniden yapacağı inşaat-iskan kapitalizmine ve savaş sanayisini de pazar sağlıyor. Hatta yüksek teknoloji üretimindeki varlığını, henüz çok sınırlı da olsa, buradan sağlamaya çalışıyor. Böylece Rojava'da Kürt halkının özgürlük mücadelesinin kendisi için yarattığı rejim krizini bir üretici güce çevirmeye çalışarak rejim krizi ile birlikte kapitalist krizi de aşmaya çalışıyor. Yine yaygın kanının aksine, savaş krizi değil, kriz savaşı doğuruyor.

Ancak işgal ve yayılmacılık iktisadi bağımlılık olgusuna daha orta-uzun vadeli ve yüksek riskli çözümler sunuyor. Yüksek teknoloji üretimine sıçramak ise en iyi ihtimalle ufuk ötesi bir hayal olarak duruyor. Oysa kapitalist kriz aman vermeden sürüyor. Türkiye kapitalizminin kârları ve serveti üzerindeki basınç artıyor. Bu durumda bağımlılık oranını düşürmeden (hatta daha da yükseltmek pahasına) kâr kütlesini bir an önce arttırmak Türk burjuvazisi için daha acil bir sorun haline geliyor. Bunun anlamı emperyalist üretim hiyerarşisindeki yerini korurken işgücünü daha da ucuzlaştırıp, üretkenliği arttırarak diğer taşeron kapitalizmlere kıyasla rekabet üstünlüğü kazanmaktan ve daha fazla sipariş toplamaktan geçiyor. Salgın fırsat bilinerek faşist şeflik eliyle tahammülfersa esnek çalışma ve fazla mesai uygulamaları bu yüzden devreye sokuluyor. Hasta işçiler bu yüzden fabrikalara kilitlenip üretime koşuluyor. 17 milyona varan işsizin yarattığı basıncın varlığında ve ilerici konfederasyonların sınıf işbirliği ile tahliye ettiği karşı-basıncın yokluğunda işçi sınıfı.

EZİLENLERİN KAN VE TERDEN OLUŞAN NEHİRLERİ DEVRİM YATAĞINA AKMAKTADIR
Türkiye kapitalizmini büyüten yabancı sermaye akımı ve ithalat bağımlılığının artık onun ölüm fermanına dönüşmeye başladığını belirtmiş ve faşist şefin iktisadi bağımsızlık hedefinin somut içeriği ve işçi-emekçi kitleler için anlamı nedir diye sormuştuk. Her ne kadar 1960-70'lerin burjuva kalkınmacılığının ve devrimci mücadelenin kitleler nezdindeki olumlu hatırasına yaslanmaya çalışsa da, söz konusu faşizmin bağımsızlaşma macerası emperyalist üretim işbölümü denen boyunduruktan kurtulmayı değil, bu işbölümündeki sıralamasını yükseltmeyi kapsıyor. İktisadi kanallardan bunun gerçekleşmesi önündeki tarihsel-maddi engeller Türkiye kapitalizmini daha da saldırganlaştırıyor ve kendi krizini ancak ve ancak Kürt halkı için ölüm anlamına gelen aşağılık bir emperyalist kudurganlıkla ve Türkiye işçi sınıfını 1800'lü yıllara denk bir rezillikte sömürmekle aşmaya zorluyor.

Ancak değil TV ekranlarından yumruklarını kaldırmak, Taksim Meydanı'nda Enternasyonal eşliğinde kızıl bayrak da sallasalar, yoksulların, fakirlerin, açların, işsizlerin, ezilenlerin kan ve terden oluşan nehirleri bu vampirler hiyerarşisinin boğazına değil, devrimin yatağına akmaktadır.