26 Nisan 2024 Cuma

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Sevgi üstüne

Brecht şöyle diyor: "Tensel zevkler değil benim sözünü ettiğim, aşık olmaktan da söz etmiyordum. Dünya bu iki görüntüyle yetinebilir, oysa sevgiyi özel olarak incelemek gerek. Çünkü o bir üretimdir ve seveni de sevileni de değiştirir, iyiye ya da kötüye doğru. Dıştan bir bakışla bile sevenler üretici gibi görünürler, hem de üst düzeydeki üreticiler gibi." Her şeyin yalnızca "imaj"lardan ibaret olduğu günümüz dünyasında bizim için sevgiyi yaratmak önemlidir. Kavga da, güzellikler de birlikte üretilen sevgiyle çoğalır çünkü. Böyle sevgileri çoğaltırsak, aşklarımızı da büyütürüz.

Dalgaların, rüzgar gibi köpürdüğü bir sahilden gökyüzünün sonsuzluğunu seyrediyordum, dışarıda fırtına yüklü havalar. Kuşlar üşüyordu besbelli, odam sıcaktı. Radyoda gündelik aşkları anlatan bir melodi, bildik kederlerden söz ediyordu. Deniz laciverde kesmişti, gökyüzü gri bulutlar savuruyordu. Kim bilir hangi istasyonda Amerikan aksanlı İngilizceden çeviri bir Türkçeyle konuşan genç kadın "yarın sevgililer günü" diyordu ağzını yaya yaya, "İlle de kırmızı bir gül, kalp şeklinde bir çikolata, ama sevgilinize hediye almayı unutmayın." Kuş dalda üşüyordu, benim yüreğim üşüyordu, sevgiyi pazara çıkaran yayvan ses, melodileri yarım bırakıp durmadan alınacak hediyeleri anımsatıyordu, içim ürperiyordu. Ataol Behramoğlu'nun şiirini geçiriyordum aklımdan: "Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim/ Yüreğimde bir çocuk ve cebimde bir revolver/ Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim/ ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider." Cebinde bir silahla çekip giden, bütün ölü şairler yiten bir aşkı anlatırlar, diyordu şiirde. Brecht'in şiiri ise kısacıktı, başlığı "zaaflar", "Senin hiç yoktu/ Benimse vardı bir tane/ Seviyordum."

Önümde bir yazı duruyordu, Yeni Yüzyıl gazetesinin "Cafe-pazar" ekinden kesilmiş, Suat Taşpınar Moskova'dan yazıyordu. Moskova metrosunun önünde ellerindeki birkaç paket Amerikan sigarasını satmaya çalışan, gözlerinin feri kaçmış yaşlı kadınları anlatıyordu; "En genci 55"inde filan olmalıydı. Üzerlerinde hep aynı elbiseler, başlarında yünlü şallar, safları sık tutarak yan yana dizilirlerdi. Metronun önü, satış yapmak için en elverişli yerdi elbette. Günün her saatinde binlerce insan, kimisi telaşlı, kimisi umarsız, önlerinden geçip giderlerdi. Onlar sabırla beklerdi." Yeni Moskova'nın yaşlı kadınları... Kalabalık onlara yöneldiğinde kimse öne atılmazmış, hiçbiri müşteri kapma telaşında olmazmış, öylece beklerlermiş. Suat Taşpınar ilk kez baharda görmüş onları. Yazın da oradaymışlar, yalnızca şalları yokmuş omuzlarında, içlerinden kimileri, en yaşlıları, eksikmiş bir de. Kimilerinin yaşı 70'in üzerinde olan bu kadınlar kışın başka bir mekan bulurlar herhalde, diye düşünüyormuş gazeteci. Metroların içi zaten satıcı dolu olduğu için bunları kim içeri sokar ki? Derken kış gelmiş, kar bir daha kalkmamacasına düşmüş Moskova sokaklarına. Evine 10 dakikalık mesafe için bile taksiye binen gazetecinin aklına gelmiş Moskovalı yaşlı kadınlar, "Aklıma geldiklerinde, soğuğun kemiklerime işlediği rüzgarlı bir Moskova akşamında yine Prospekt Mira metrosuna yürüyordum. Yine oradaydılar. Yine tek sıra dizilmişlerdi. Yünlü şallarıyla başlarını sıkıca sarmış, bir elleriyle sigara kutusunu tutarken, diğerini ceplerine sokmuş bekleşiyorlardı. Metronun kapısını omuzlayıp içeri attım kendimi. Sıcak hava suratımı okşadı. Abartılı makyajı yüzünde donmuş birkaç genç fahişe, Mc Donalds'a 100 metre mesafede olduğumuzu haber veren tabelanın dibinde bekleşiyordu." Bir ‘Pazar' yazısıydı okuduğum. Ama dalgalarda ve üşüyen kuşlarda hep o Moskovalı yaşlı kadınları görüyordum ben, her gün en yaşlıları birer birer eksilen. Bana öyle geliyordu ki o günden beri yaşlı kadınların Moskova metrosunun önünde titreyerek beklemesinde hepimizin, tüm sosyalistlerin payı var. Ve Moskova önlerinde kadınlar üşüdükçe, genç fahişeler Mc Donalds önlerinde bekledikçe, sevgiler yarım olacak bizim için, aşklar eksilmiş...

14 Şubat "St. Valantine Günü", aslında Romalı Hristiyan egemenlerin eski pagan inanca verdikleri bir ödün. İlkbahar festivalinin Hristiyanlığa uyarlanmış hali. Doğrusu bizim coğrafyamızda "Sevgililer Günü" filan bilinmezdi. Şu eski deyişle "kültür emperyalizminin" marifetleri bunlar, tüketimi körüklemenin binlerce yolundan biri. Bunu Yeni Yüzyıl ve Radikal'de çıkan bir ilan çok iyi anlatıyordu. "Sevgililer Gününüz kutlu olsun"la başlayıp, "bu dünyada sevgililerin yeri apayrı" diyen ilanda bütün o sevgi sözcüklerinin sebebi hikmeti arkadan geliyordu: "Yıllardır, her Sevgililer Günü'nde, eşi olmayan sevgilinize, en değerli hediyeyi aldığınız bir yer var: Dünya Gençlik Merkezi."

İğneden ipliğe her şeyin meta olduğu kapitalist toplumda sevginin de metalaşmaktan kurtulamadığını söylemek abartı olmaz. Bu meta karakterinin kirletemediği duygu, davranış düşünülemez. Ama sevgi ve aşk üstüne söylenecek sözümüz kuşkusuz olmalıdır. Diyorlar ki, insan beyni "seretonin" adlı bir hormon salgılıyormuş. Mutluluk hormonu.

Yaşama sevinci ve yaratıcılık: Rosa ve Leo geliyor aklıma. Ama aynı zamanda fırtınalı bir ilişkiydi onlarınki. Lenin'in tarifinde "düşünsel, fiziksel ve tinsel birliktelik" deniyor aşka. İdeali bu olmalı. Ama benim aklıma sevgilerinde kavgayı büyüten Ethel ve Julius Rosenberg geliyor. Havalanan bir çift güvercin ve yanık kokan iki kızıl karanfil. Aşk budur işte.

Brecht ise şöyle diyor: "Tensel zevkler değil benim sözünü ettiğim, bu konuda söylenecek çok şey olsa da; aşık olmaktan da söz etmiyordum, ki bu konuda söylenecek şey biraz daha azdır. Dünya bu iki görüntüyle yetinebilir, oysa sevgiyi özel olarak incelemek gerek. Çünkü o bir üretimdir ve seveni de sevileni de değiştirir, iyiye ya da kötüye doğru. Dıştan bir bakışla bile sevenler üretici gibi görünürler, hem de üst düzeydeki üreticiler gibi." Her şeyin yalnızca "imaj"lardan ibaret olduğu günümüz dünyasında bizim için sevgiyi yaratmak önemlidir. Kavga da, güzellikler de birlikte üretilen sevgiyle çoğalır çünkü. Sevmeyi bilenler için şunları ekliyor Brecht: "Bunların en iyileri, sevgilerini diğer üretimlerle tam bir uyum içine sokmayı başarırlar, o zaman dostlukları yaygınlaşır, yaratıcılıkları çok kişiye yararlı hale gelir ve üretici olan her şeye omuz verirler." Böyle sevgileri çoğaltırsak, aşklarımızı da büyütürüz.

St. Valantine günleri, meta dünyasının sevgilerini çağrıştırıyor. Parayla satın alınmış duyguları, kaçışları, mülkiyet dünyasına değin ilişikleri. Bizim savunduğumuz mülkiyet dünyasınca kirletilmemiş sevgiler. Böyle sevgiler her alanda daha üretken kılar kişiyi, gelecek düşlerini yeşertenlere güç katar. Yaşamın her alanında üretici sevgiler yaratabilmek mülkiyet dünyasıyla ilişkimizi kesme düzeyimize bağlıdır. Yeni bir dünya kurmak için ‘ya ezen ya ezilen olabilirsin' şeklindeki zihniyet kalıplarını kırmamız gerekir. Bu kalıplar içimizde yaşadıkça sevgi de; ezen-ezilen, hükmeden-hükmedilen ilişkisine dönüşür çoğu kez. Öylesine sevgiler paylaşmalıyız ki, Moskova metrosunda üşüyen yaşlı kadın için de ürpermeli yüreğimiz, sevdamızın gözlerine bakarken de, dünyanın memleketin, insanını kederini de kucaklamalıyız sevdamızı kucaklar gibi. İnanca giden yol sevgiden geçer. Gerçek aşklar kavgayla birlikte var olur ancak. Sevgisi olmayanın kavgası olmaz. Kavgada büyütülmüş sevgiler diliyorum, genç arkadaşlarıma.