28 Mart 2024 Perşembe

Sosyalist aydın Kutsiye Bozoklar'ın kaleminden: Ne vakit bir sevmek düşünsem

Dünyanın, emeğin ve emekçilerin ideolojisine göre yeniden düzenlenmesi için mücadele edenler, çıkarsız ve özgür sevgiler kurabilecek donanıma sahiptirler. Verili düzense sonu olmayan sevgilere mahkum eder insanları. Ancak özgür ve eşit bir dünya tahayyülü olanlar, kurulu düzenin duygusal çitlerini kırmak bir tarafa, onların dayattığı biçimsel sınırlamaları yaygın ritüelleri benimser olduklarında, kendi duygusal örgütlemelerini yaratamazlar. Erkekler cinsiyetçi bir tarihin tutsağı olarak kalır, gelişmiş kadınlar tersine çevrilmiş erkek rolü oynar. Böylesi koşullarda kişiyi geliştirip devrimcileştiren aşklar yaşanamaz. Yürekler kirlenir, tıpkı eller gibi. Alışılmış ilişkiler de devrimci söylemlerle desteklenerek yeniden üretilir.

Binlerce nedenim var yaşamaya/ Yenmek için her günkü ölümü/Seni sevmenin mutluluğu için/ Yürümek için umudun ayak izinde.
Abdellatif Laâb

Bugün 14 Şubat. Şubat ayında ustura ağzı bir soğuk, göğe dokunsam bulutlar düşecek sanki. Ne yağmurun kokusu var, ne karın ışıltısı. Öyle karanlık bir soğuk. Bir telefon sesi böldü düşüncelerimi, kırılmış bir telaş içindeydi sanki. Açtım, bugün Sevgililer Günü'ymüş. "Sevgilinizi unutmayın!" yazıyor, Sabah grubuna ait gazetenin köşesinde. "Bugün 14 Şubat Dünya Sevgililer günü. Türkiye'de özellikle 90'lı yıllarda kutlanmaya başlanan, 2000'lerde ise çılgınlık halini alan Sevgililer Günü, Türk insanı için doğum günü veya evlilik yıldönümü kadar önemli. Çünkü her yılın sevgililer gününde, hemen her mağazada sevgiliye özel bir ürün, her restoranda da aşıklar için 'romantik bir menü' var" diyor gazete.

Ne vakit bir sevmek düşünsem, aklıma Attila İlhan'ın o güzelim şiiri gelir. Hani, “Ben sana mecburum bilemezsin/ adını mıh gibi aklımda tutuyorum/ büyüdükçe büyüyor gözlerin/ ben sana mecburum bilemezsin/ içimi seninle ısıtıyorum” diyen. Ama okuduklarım ısıtmıyor içimi. Düşlerini, kavgasını, sevdasını yitirmiş bir toplum imajı çıkıyor okuduklarımdan. “Ne vakit bir yaşamak düşünsem/ bu kurtlar sofrasında belli ki zor/ ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden/ ne vakit bir yaşamak düşünsem/ sus deyip adınla başlıyorum/ içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin/ hayır başka türlü olmayacak/ ben sana mecburum bilemezsin” yazıyor şiir. Eller kirlendi mi, yürek de kirleniyor. Toplum kirlendiğinde sevgi de payına düşeni alıyor. Böyle bir toplumda sevgi adına; "Neremi neremi" diye soruyor şarkılar. Çünkü aşklar da vücutlar da parsellenip tedavüle çıkarılıyor. Ticarethanelerde özel ürünler, lokantalarda özel menü. “Aşkınıza kaç lira veriyorsanız o kadar aşıksınız” diyor gazetelere reklamlar, ilanlar; dükkan vitrinleri...

Elsa'ya aşkını yazmış bir kitap dolusu şiirle Aragon. "Sana bir sır söyleyeceğim kapat kapıları/Ölmek daha kolaydır sevmekten/ Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam" diye seslenmiş sevgilisine. Ama kurtlar sofrasında yalnız şiirler taşıyor böyle aşkları. Sevgiler tüketim kalıplarına endekslenmiş durumda. Tüketebildiğin kadar sevebiliyorsun da. Sevgililer Günü'nün özellikle 90'lı yıllarda kutlanmaya başlandığını yazıyor gazete. Yerinde bir saptama. "Yükselen değerler" yıllarıydı 90'lar. Bir yandan kirli savaş yükseliyordu. Diğer yandan kapitalizmin hızla her şeyi metalaştırdığı bir tüketim toplumu kültürü, dünyanın her yanına ulaşarak yaygınlaşıyordu. Türkiye bu sürece 12 Eylül sonrası girdi, Özal'lı yıllarda ise tüketim ideolojisi her şey haline geldi.

Özal'ın yoksulları sevmediğini söylediği zamanlardı. "İmtiyazsız, sınıfsız bir milletiz" özdeyişiyle doruğa ulaşmış bulunan popülist söylem, yerini "bireysel yırtma" ideolojisinin pompalanmasına bırakmıştı çoktan. Neoliberalizmin savunucularına göre, sürülerin ve çobanların devri sona ermişti. Çağ "birey" çağıydı. Oysa saklanan gerçek sürüleşmeydi. Birey değil, bireycilikti yükselen. Pazarlanan tek tip ideoloji; itirazıyla, isyanıyla var olan bireyleri de bu 'çağdaş' sürüye katma derdindeydi. Bu derdi taşıyanlara göre, geçmişte ideolojik tavrı olanlar inandıkları ideolojinin etkisiyle kişiliksizleşmiş, kılık kıyafetlerinden konuşma biçimlerine dek, o ideolojik atmosferin esiri olmuştu. Birey olma hakkından bütünüyle feragat etmişlerdi. Bu aslında muhalif kimliklere açılan bir savaştı. Ve tüm seslendirme kanallarıyla dayatılan "gemisini kurtaran kaptan" ideolojisiydi. Yoksullar sevilmezken, "yırtma" hayallerinin kuşattığı bir sessizlik ortamı oluşmuştu. Muhalif seslerin sindirildiği ya da imha edildiği koşullarda; depolitizasyon, sessizlik, duyarsızlık hep bireyin yükselişini anlatır oldu. Gerçeklerse imajlar tarafından kamufle edilmiş, insanlar kendi seslerini yitirmişti çoktan. Toplumun iyi yaşama talebi vardı kuşkusuz. Ama hep birlikte değil, tek başına. Özendirilen de buydu.

İnsan artık tükettikçe bireydi, tükettikçe farklı. Satın aldıkları tüketim maddeleri haricinde bireylerin fark edilmelerini sağlayacak pek bir şey yok gibiydi. Birey kimliğini ortaya çıkaran ilişkilerde tüketim kalıpları ön plana çıkınca olacağı buydu zaten. Hayat başkalarınca seslendirildi, sorular başkalarınca soruldu. Günlük konuşmalar bile birkaç kalıba takıldı kaldı. Ama yükselen değerler ortamında bunun adı çok seslilikti. Aslında bu tek tipleşme ortamında zevkler de tek tipleşmişti. Bireysel tercihler değil, iletişim kanallarının boca ettiği standart statü sembollerine göre oluştu zevkler. "Cool erkekler", "annelerinin margarinini kullanmayan", "kafasına göre takılan" kızlar dönemindeydik artık. İşte "Sevgililer Günü" modası da çok seslilik adına iletişim kanallarının üstümüze pompaladığı bu tüketim değerlerinin ve hayatımızı kuşatan Anglosakson kültürünün bir ürünü oldu.

Sevgililer Günü'nün özgün adı St. Valentine Günü'dür. Ama kökeni Pagan döneme dek gider. Çok tanrılı dönemde Anadolu topraklarında 15 Şubat'ta doğanın uyanışını simgeleyen şenlikler yapılırmış. Bu şenliklerde insanların birleşmesi de aynen doğanın canlanışı gibi kutlanırmış. Kura usulüyle eşleştirilen gençler ertesi yılın 15 Şubat'ına dek birlikte olurmuş. Bu geleneğin Romalılarca da yaşatıldığı biliniyor. Ama zamanla özel mülkiyet düzeni geliştikçe bu serbest birleşmesinin değişen toplumsal değerlere ters düşmeye başladığı kesin. İşte Hristiyan rahip Valentine'nin rolü bu noktada ortaya çıkıyor. Roma İmparatoru Cladius, evli ya da sevgilisi olan erkeklerin iyi savaşmadığını düşünerek evlilikleri yasaklıyor ve karşı cinsten tüm birlikteliklerin derhal sona erdirilmesini istiyor. Söylenceye göre, rahip Valentine imparatorluk sarayının hemen yakınlarında yaşamakta ve insanların birlikteliklerine "ahlaki" bir zemin hazırlamak adına onları gizlice evlendirmektedir. Cladius bu durumu anlayınca Valentine'i önce zindana atıyor, sonra öldürtüyor. Tarih, 14 Şubat 270'tir. Bir süre sonra Vatikan, Valentine'e Saint (Aziz) payesi veriyor. Böylece yüzyıllardır 15 Şubat'ta kutlanan özgür birleşme günü, St. Valentine'in öldürüldüğü gün olan 14 Şubatla yer değiştiriyor. Her düzen bir öncekine ait değerleri evcilleştirir ve kendine göre kullanır. Yeni Dünya'ya İngilizler tarafından taşınan bu gün, Anglosakson kültürünün egemen olmasıyla birlikte tüm dünyaya yayılıyor. Özgür aşkın ve doğanın uyanışının bir ritüeliyken metalaşmış bir sevgi kültürünün simgesi oluyor. Sevgililer Günü çerçevesinde kapitalistlere yeni pazar olanakları doğuyor. Ve konuyla ilgili bir sanayi oluşuyor.

Beni rahatsız eden bu simgenin devrimciler arasında da revaç bulması. Kuşkusuz aşk da tıpkı evlilik gibi tarihsel ve toplumsal bir durum. Bir başlangıcı var, sonu gelecek topluma bağlı. Antikitede bildiğimiz anlamda aşk yok, Ortaçağ'da da. Georges Duby'nin feodal Ortaçağ'da aşka ve evliliğe dair yaptığı araştırmaların çok güzel gösterdiği gibi; evlilik toplumsallığın tümü tarafından belirlenen bir ilişki çerçevesi. Ortaçağ'da evlilik hem servetlerin aktarımının düzenlenmesi hem de cinselliğin kilise tarafından zapturapt altına alma çabalarının ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu dönemde insanların birbirine karşı duydukları yoğun sevgi ve cinsellik anlamında aşk, evlilik kurumu içinde mümkün değil. Kadın aşkın edilgen bir unsuru. Aşkın öznesi erkekler. Aşk ise gençlere özgü bir sapma olarak görülüyor. Elbette genç feodal beyler için. Ezilenlerin ve büyük insanlığın tarihi konusunda ise yeterli bilgi ve veri yok. Tarih, egemenler açısından yazılıyor. Ancak kilise zorlayıncaya dek, emekçiler arasında özgür birleşmenin yaygın olduğunu gösteren belirtiler var. Cinselliğin servetlerin aktarımı amacıyla işlevlendirildiği bir toplumda aşkın bir sapma olarak görülmesi doğal. Aşkın, yasak ya da oyun aşktan, genç şövalyelerin senyörün karısına, gerçekte senyöre duyduğu ilgiden, bireysel cinsel aşka, yani bugün bildiğimiz aşka dönüşmesi için toplumsal refahın artmasını, servet birikimini ve bunun getirdiği entelektüel yükselişi beklemek gerekiyor ki; bu da kapitalizmin şafağına denk düşüyor. Evet, duyguların da bir tarihi olduğu kesin. Aşk, ortaya çıkmak için tıpkı emek gücü gibi cinselliğin 'özgürce' değiştirilebildiği koşulları bekliyor. Paradoksal gibi görünse de durum bu. Ve aşkın tarihi iki insanın birbirine çıkarsız bağlılığı anlamındaki bir duygunun ancak meta ilişkilerinin olmadığı bir ortamda mümkün olabileceğini ortaya koyuyor. Yani bütün insan ilişkileri gibi aşkın da ideolojik ve toplumsal bir içeriği var. Bu yüzden 'sol' cenahta yer alanların aşkın yeni tanımlarının da öncüsü olması gerekiyor. Ancak pratikte durum böyle olmuyor.

Anadolu köylüsüne "Aşk nedir?" diye sormuşlar. "Seversin, kavuşamazsın aşk olur" diye yanıtlamış soruyu. Bütün Kürt, Türk, Acem destanları böyle anlatır aşkı, Ferhat dağları deler Şirin'e kavuşamaz, Hüsn, aşkı bulamaz. Ama Shakespeare'in Romeo ile Juliet'te ya da Othello'da anlattığı, Tolstoy'un Anna Karenina kişiliğinde savunduğu da başka bir şey değildir. Anna Karenina, aşkın evlilik dışında arandığı evli kadınların servetlerinden ve kocalarından vazgeçmek zorunda kalmamak için gizli ilişkiler yaşadıkları genç kapitalist Rusya'da çökmekte olan aristokrat sınıfa mensup bir kadındır. Yalansız bir aşkı seçtiği için, iki insanın çıkarsız birlikteliğini istediği için toplumsal ilişkilerden dışlanır. Ve sevdiği adam, bir kadın olarak kendi gösterdiği direnci gösteremeyince intihar eder. Satılmayan ve satın alınmayan bir sevgi istemiştir. Ve yaşadığı dünya buna elverişli değildir.

Dünyanın, emeğin ve emekçilerin ideolojisine göre yeniden düzenlenmesi için mücadele edenler, çıkarsız ve özgür sevgiler kurabilecek donanıma sahiptirler. Verili düzense sonu olmayan sevgilere mahkum eder insanları. Ancak özgür ve eşit bir dünya tahayyülü olanlar, kurulu düzenin duygusal çitlerini kırmak bir tarafa, onların dayattığı biçimsel sınırlamaları yaygın ritüelleri benimser olduklarında, kendi duygusal örgütlemelerini yaratamazlar. Erkekler cinsiyetçi bir tarihin tutsağı olarak kalır, gelişmiş kadınlar tersine çevrilmiş erkek rolü oynar. Böylesi koşullarda kişiyi geliştirip devrimcileştiren aşklar yaşanamaz. Yürekler kirlenir, tıpkı eller gibi. Alışılmış ilişkiler de devrimci söylemlerle desteklenerek yeniden üretilir.

Ne zamandır işkenceci Sedat Caner'in anlattığı "deneyimli devrimciyi" düşünüyorum. "Karısına çok düşkündü" diyor Caner. Buradan karısını çok sevdiği sonucuna varabiliriz. Ama mülkiyetçi bir sevgi bu. Namusu bilinçte ve direnmede değil, cinsellikte gören böyle bir sevgi, devrimci bireyleri geliştirebilir mi? Tabi olmaya dayanan bir ilişki temiz kalabilir mi? Geleneksel dayatmalarla desteklendiği için gündelik hayata içinde temiz sayılan bir ilişki en basit direnme geleneği önünde denediğinde çözülür ve kirlenir. Cinsiyetçiliğin, ikiyüzlü bir ahlakın, asalak bir kültür örgütlenmesinin kuşattığı aşk, temiz kalabilmek için tüm bu değerleri reddetmelidir. Onun görünür biçimlerini de. Bu yüzden 14 Şubat’ta verilen bir gonca gülün bile meta ilişkisinin onanması olarak görülmesi gerektiğine inanıyorum ben. Ayrıntılar önemlidir ve gerçek de bir ayrıntılar toplamıdır zaten.

Marx, 21 Haziran 1856'da Jenny'ye yani eşine; "Madam, sizi seviyorum'' diye yazmış. Ve demiş ki: "Sana aşkım sen uzakta olur olmaz, ruhumu bütün enerjisini ve gönlümün bütün karakterinin toplandığı bir dev gibi görünüyor. Kendimi gene insan olarak duyuyorum ve öğretimin ve modern eğitimin bizi içine karıştırdığı çeşitlilik ve nesnel ve öznel bütün etkileri bize ters eleştirten kuşkuculuk, bize yalnızca her şeyi küçük ve önemsiz ve sıkıcı, belirsiz kılmak için yaratılmıştır. Ama aşk, Feurbachsal insana, Moleschootsal madde değişimine, proletaryaya duyulan aşk değil, tersine sevgiliye ve özellikle sana duyulan aşk, insanı yeniden insan yapıyor." İnsanı insan yapan aşklar layıktır devrimcilere. Ve böylesi aşklar ancak kavgada büyür, tıpkı Marx'ın Jenny'e söylediği gibi engellere inat gelişip serpilir. Yılın belli günlerinde yapılan gösterilerle değil, emekle oluşur. "Dünyada gerçekte pek çok kadın var ve onların birkaçı güzeldir. Ama yaşamın en büyük ve anılarının her çizgisini, hatta her kırışığını yeniden gösteren bir yüzü bir daha nerede bulurum? Sonsuz acılarımı, bulunmaz yitiklerimi bile senin tatlı yüzünden okuyorum ve senin tatlı yüzünü öpünce, acıyla öpüşüyorum" diye yazıyor Marx. Güzeli yaşamda buluyor, sevgiyi emekle çoğaltıyor. Ortak bir mücadele, vazgeçilmez bir sevgi ve benzersiz bir güzellik yaratıyor. Günlerle değil, ömürle sınırlı böyle bir sevgi. Devrimcilerin Marx'tan öğrenecekleri çok şey var bu konuda da. “Biliyorum/ Yaşamak güç/ Kolay değil eğrilmemek sapmamak/ Satılmamak kolay değil canlarım/ Dik tutmak kolay değil/ Şu güzel başı” diyor ya Hasan Hüseyin. Sevmek de kolay değil; satmadan, satılmadan ve eğilmeden. Ve uymadan bu alçak düzenin dayattığı tüm duygusal belirlemelere. Ne zaman bir sevmek düşünsem, tüm bunlar gelip geçiyor aklımdan işte, elimde olmadan.