22 Mayıs 2025 Perşembe

Serpil Arslan yazdı | Faşist şeflik rejiminin Kürt inkarı, arayışları, yönelimleri

Geçtiğimiz hafta, Trump'ın Suudi Arabistan ve HTŞ ile görüşmesi, Erdoğan'ın bu görüşmeye telekonferansla katılımı ve ardından ABD'nin Suriye'ye yönelik yaptırımları kaldırması, faşist Türk devletinin cihatçı HTŞ'ye desteğinin ABD çıkarlarıyla da birleşen görüngüsü oldu. ABD'nin hedefi ise Suriye'yi kapitalist emperyalist sistem içine yeniden entegre etmek, Suriye'nin İran'la ilişkilerini sınırlamak, İsrail'in Suriye ve bölgedeki işgalci planlarına ses çıkarmamasını sağlamak üzerinde somutlanıyor.

Son on gün içerisindeki gelişmeler, faşist Türk devletinin yoğun diplomasi trafiğine sahne oldu.

Türkiye, İstanbul'da İran-Avrupa üçlüsü (Almanya, Fransa, İngiltere) ve Rusya-Ukrayna taraflarıyla yaptığı görüşmelerde arabuluculuk rolü üstlendi. Ayrıca Antalya'da NATO Dışişleri Bakanları Gayriresmi Toplantısına ev sahipliği yaptı. ABD Başkanı Donalp Trump'ın Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve HTŞ lideri Golani ile yaptığı görüşmeye ise faşist şef Erdoğan telekonferansla katıldı. Son olarak Washington'da Türkiye, ABD ve HTŞ çetesinin başında bulunduğu Suriye geçici hükümeti dışişleri bakanları arasında Suriye gündemli bir toplantı gerçekleştirildi.

Bütün bu görüşme, toplantı trafiği içerisinde faşist Türk devletinin özellikle Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimini tasfiye etme, kendi işgalci pozisyonunu güçlendirme çabası öne çıktı. Emperyalistler arasındaki çelişkileri ve uzlaşma arayışlarını kendi gerici hedefleri doğrultusunda değerlendirmeye çalıştı.

Faşist Türk devleti, içeride yaşadığı siyasi sıkışmayı "iç cepheyi tahkim etme" adımlarıyla aşmaya çalışırken, dış politikada arabuluculuk ve çok yönlü temaslarla "denge siyaseti" yürüterek bölgesel hedeflerini gerçekleştirmeye çabalıyor.

Bu stratejinin merkezinde ise Suriye yer alıyor. Türk devleti, Rojava-Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetiminin kazanımlarını ortadan kaldırmak için sınırsız destek sunduğu cihatçı HTŞ çetesiyle ilişkileri başından beri sıkı tutuyor. MİT Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanının, Golani ile QSD Genel Komutanı Mazlum Abdî arasında imzalanan 10 Mart anlaşmasından hemen sonra Suriye'ye gitmesi, PKK'nin 12. Kongresinde aldığı silahlı mücadeleyi sona erdirme kararının Rojava'yı da kapsadığı algısı yaratma çabaları, hep bu amacın enstrümanları olarak devrede. En son MİT Başkanı İbrahim Kalın Suriye'ye gitti, Golani, Suriye geçici hükümetinin Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani ve İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hüseyin Es-Selame ile görüştü. Ve Türk devleti HTŞ'ye desteğini bir kez daha yineledi. Görüşmede, QSD'nin silah bırakarak Suriye ordusuna katılması, sınır güvenliği, gümrük kapıları ve DAİŞ çetesinin bulunduğu kampların Suriye devletine devri gibi konular ele alındı.

Faşist Türk devleti, bu diplomasi ataklarıyla "tarafsız arabulucu" kisvesiyle emperyalistler arasındaki gerilim, çatışma ve uzlaşma süreçlerini kendi pozisyonunu güçlendirmek için kullanırken, diğer yandan özellikle 19 Mart ayaklanmasından sonra artan toplumsal öfkeyi, "dış politika başarılarıyla" perdeleme gayretinde.

Bir yandan ABD-NATO ülkeleriyle ilişkilerini sıkılaştırırken diğer yandan Rusya ve İran ile bağlarını koparmamaya özen gösteriyor. Türk devleti, Ukrayna-Rusya savaşı başladığından bu yana, ABD-AB ile Rusya arasındaki ilişkilerde kendi çıkarlarını öne çıkaran denge stratejisi izledi. Son İstanbul toplantısında ortaya çıktığı gibi emperyalistler arasındaki gerilimlerden ve uzlaşma arayışlarından nemalanmak istediğini ortaya koyarken, arabuluculuk rolüyle de bu stratejisini güçlendirmek istiyor.

Geçtiğimiz hafta, Trump'ın Suudi Arabistan ve HTŞ ile görüşmesi, Erdoğan'ın bu görüşmeye telekonferansla katılımı ve ardından ABD'nin Suriye'ye yönelik yaptırımları kaldırması, faşist Türk devletinin cihatçı HTŞ'ye desteğinin ABD çıkarlarıyla da birleşen görüngüsü oldu. ABD'nin hedefi ise Suriye'yi kapitalist emperyalist sistem içine yeniden entegre etmek, Suriye'nin İran'la ilişkilerini sınırlamak, İsrail'in Suriye ve bölgedeki işgalci planlarına ses çıkarmamasını sağlamak üzerinde somutlanıyor. Bu süreçte İsrail'in Suriye'ye işgali genişletme ve hava saldırıları ne HTŞ'nin ne de faşist şef Erdoğan'ın gündemi oldu. Zaman zaman yüksek perdeden çıkışlar yapsa da faşist şeflik rejimi, ABD desteği ile Suriye işgalini ilerleten, Filistin halkına kitlesel katliamlar yapan siyonist İsrail'e karşı cepheden tutum almıyor, ticaret ilişkilerini kesmiyor. Bu da kendisi de yayılmacı ve işgalci olan Türk devletinin ABD ve İsrail'in işgal, yağma planlarına ortak olma, bu yağmadan pay kapma politikası güttüğünü gösteriyor.

ABD emperyalizmi, faşist Türk devletini hem Batı hem Ortadoğu ülkeleriyle temas kurabilen "köprü ülke" olarak değerlendiriyor. Ortadoğu'da ABD ve siyonist İsrail'in yayılmacı politikalarına, işgalci, katliamcı saldırılarına sessiz kalması, onu ABD'nin bölgedeki taşeron aktörlerinden biri haline getiriyor.
Türkiye'ye biçilen bu rol, NATO çerçevesinde askeri ve güvenlik işbirlikleriyle daha da güçlendiriliyor. Antalya'daki NATO Dışişleri Bakanları Gayriresmi Toplantısı da bu işbirliğinin bir göstergesi niteliğinde.

Faşist Türk devleti bu taşeronluğun ve işbirliğinin başarı ölçüsünde hedeflerine ulaşma politikası güdüyor. İran'ın Lübnan ve Suriye'deki etkisinin kırılmasından sonra İsrail ve Türkiye bölgede hegemonya mücadelesi içinde. Türkiye ABD'ye uşaklıkta derinleşerek bu hegemonya mücadelesinde mevzi kazanmak istiyor.
Türkiye, Suriye'deki işgalci pozisyonunu sağlamlaştırmaya ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimini tasfiye etmeye, Rojava devrimini boğmaya dönük çabalarında ABD ve AB'yi ikna etmeye çalışıyor. ABD açısından Türkiye; Rusya'yı sınırlamak, İran'ı baskılamak ve Çin'in Batı Asya'daki etkisini sınırlandırmak açısından önemli bir aktördür.

AB açısından ise göç mülteci akışını kontrol eden tampon ülke ve Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerde "köprü" rolündedir.
Ayrıca Filistin konusunda Yemen ve kısmen Lübnan'ın da aralarında olduğu "direniş ekseni"ni dağıtmada kullanılabilecek bir dayanak olarak da görülmektedir.

Sonuç olarak, NATO'nun Ortadoğu, Kafkasya ve Karadeniz politikalarını Türk devleti üzerinden tahkim etmeye çalıştığı; Türk devletinin ise bu süreçte emperyal hedeflerle uyumlu bir şekilde, bölgesel işgal ve yayılma planlarını hayata geçirmeye çalıştığı görülüyor.