26 Nisan 2024 Cuma

Olcay Çelik yazdı | Haysiyet ve emperyalizm

Çavuşoğlu, "Turistin görebileceği herkesi Mayıs sonuna kadar aşılayacağız" diyerek hepimize adeta mahallenin kuduz köpeği muamelesi yapıyor. Turist için kendi halkını açıkça aşağılamaktan çekinmeyen bu cüret, Türkiye kapitalizminin artık kangren haline gelmiş döviz ihtiyacından kaynaklanıyor. Hatırlanacağı üzere, yükselen döviz kurlarını durdurabilmek için Merkez Bankası'nın bütün rezervleri müteahhide ve ihracatçıya ucuz döviz satılarak eritilmişti. Türkiye kapitalizmi turizmden her sene 30-40 milyar dolar gelir elde ediyor. Şu an bu dövize o kadar muhtaç hale geldiler ki, onu korumak için değil denizde yurttaş avına çıkmak, değil milyonları beş parasız eve tıkmak, gerekirse turistik mekanları duvarlarla kapatır, turiste gözleme satan köylüyü terör suçuyla dahi yargılarlar.

Tam kapanma saçmalığının halk sağlığıyla hiçbir ilgisinin olmadığı, tüm yasakların tek amacının "kar sağlığı" olduğu her saniye daha fazla açığa çıkıyor. Ve bu yasaklar sadece ekmeğimizi ve özgürlüğümüzü değil, haysiyetimizden geriye kalanları da silip süpürmeye başlıyor.

Almanya Dışişleri Bakanı Maas ile birlikte düzenlediği basın açıklamasında Çavuşoğlu, "Turistin görebileceği herkesi Mayıs sonuna kadar aşılayacağız" diyerek hepimize adeta mahallenin kuduz köpeği muamelesi yapıyor. Aşılama halkın değil, turistin ihtiyacına göre planlanıyor.

Turist için kendi halkını açıkça aşağılamaktan çekinmeyen bu cüret, Türkiye kapitalizminin artık kangren haline gelmiş döviz ihtiyacından kaynaklanıyor. Hatırlanacağı üzere, yükselen döviz kurlarını durdurabilmek için Merkez Bankası'nın bütün rezervleri müteahhide ve ihracatçıya ucuz döviz satılarak eritilmişti. Türkiye kapitalizmi turizmden her sene 30-40 milyar dolar gelir elde ediyor. Şu an bu dövize o kadar muhtaç hale geldiler ki, onu korumak için değil denizde yurttaş avına çıkmak, değil milyonları beş parasız eve tıkmak, gerekirse turistik mekanları duvarlarla kapatır, turiste gözleme satan köylüyü terör suçuyla dahi yargılarlar.

Ancak bu aşağılık uygulamalar "yanlış ekonomi politikalarının" bir sonucu olarak okunamayacağı gibi bugün birden bire ortaya çıkmış şeyler olarak da görülemez. Emperyalizmin mali-ekonomik sömürgesi olan ülkelerin proleterleri ve doğası zaten hep ikinci sınıftır. Kapitalist kriz büyüdükçe de bu çelişki çok daha açık ve abuk haller alır.

Türkiye, uluslararası tekellerin düşük fiyatlı ve emek-yoğun üretim süreçlerini devrettiği, bu üretimi büyütmek için ihtiyaç duyduğu para-sermayeyi de uluslararası mali sermayeden bulan, taşeron bir kapitalizm, bir ucuz işgücü cehennemidir. Ülke içinde üretilen artıdeğer eşitsiz mübadele ve faiz talanı yoluyla bu devlere aktarılır. Dolayısıyla işçi-emekçinin devamlı düşük ücretli, örgütsüz, borçlu, güvenliksiz ve güvencesiz tutulması gerekir ki siparişler sürsün, böylece hem emperyalistler, hem de işbirlikçi Türk burjuvazisi kazansın. Ucuz ve onursuz hale getirilmemizin gündelik mekanizması budur. Eğer "ucuzlaşmazsak" H&M, Zara, Ford, Renault, Haribo vb. tekeller siparişlerini başka ülkeye kaydırır ya da yerli burjuvazi fabrikayı söküp Mısır'a, Pakistan'a, Meksika'ya taşır. Yani bir AB vatandaşı tişörtü ve otomobili ucuza alabiliyorsa, bu, Türkiye gibi mali-ekonomik sömürgelerin işçi sınıflarının açlık sınırı altında ve yüksek borçla çalışması sayesindedir.

Ayrıca artıdeğerin aslan payını dışarı aktardığı için sermaye birikim hızı da yavaş olan Türkiye kapitalizmi emperyalist kapitalizmin her türlü ayak işine de gönüllü olarak koşturmaktadır. Örneğin Türkiye AB'den en çok plastik atık ithal eden ülke, yani Avrupa'nın çöplüğüdür. Avrupa'dan Türkiye'ye günde 241 kamyon çöp geliyor. Son 16 yılda Türkiye'ye gelen plastik atık miktarı tam 196 kat artmıştır. Benzer şekilde, Türkiye hurda gemi sökümünde de dünya üçüncüsüdür. Çoğu asbestli olan ticari, askeri ve yolcu gemileri sökülmek için Türkiye'ye gönderilir. Yine benzer şekilde, Türkiye, emperyalistlerin en vahşi yöntemlerle madencilik faaliyetlerini yürüttüğü sahalardan birisidir. Bunlar aşağılamanın ikinci boyutudur. Yani AB yurttaşının ekolojik bilinçle ayrıştırdığı çöpler burada yakılıp bizim ciğerimize dolar. O musluktan temiz su içebilir, çünkü asbestli gemiyi biz sökeriz. O düşük riskli işlerde çalışabilir, çünkü burada iş cinayeti bedavadır. O yemyeşil dağlarında, ovalarında trekking yapabilsin diye siyanür Kaz Dağları'na boca edilir. Biz kanser oldukça o sağlıklı kalır.

Buradaki esas çelişki elbette iki proletarya arasında olmadığı gibi yerli burjuvazi de mağdur falan değildir. Çelişki, emperyalizm ve işbirlikçileri ile dünya proletaryası arasındadır. Üstelik emperyalist ülke proletaryasının eğilimi de nemalanmanın artması değil, giderek daha fazla yoksullaşma ve mülksüzleşme yönündedir. Ama yine de bu, ikinci sınıf insanlığın bizim normalimiz olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Küresel krizle birlikte uluslararası mali sermaye vampirlerinin büyük oranda evine dönmesi ve zaten azalmakta olan küresel ticaretin salgında dibe çakılması bu ikisine bağımlı olarak büyüyebilen Türkiye gibi mali-ekonomik sömürgelere büyük darbe indirince, bu ülkelerin işçi sınıfları üzerindeki ekonomik ve faşist baskıların katmerlenerek artması da kaçınılmaz oldu. Çünkü bu ülke burjuvazilerinin sermaye birikimi yetersiz, birikim hızı düşük, sosyal barışı satın alma kapasiteleri yok denecek kadar az. Dolayısıyla yerli burjuvaziyi krizden koruma politikaları işçi sınıfı ve ezilenlerin giderek daha da aşağılayıcı biçimlerde sömürülmesini koşulluyor. Bu kapsamda sözde tam kapanmada ezilen sınıf ve kimliklerin her kesimine birbirinden haysiyetsizleştirici görevler dayatılıyor.

Turistin rolünün döviz getirip ihracatçıya ve müteahhide yedirilen Merkez Bankası rezervini tamamlamak olduğunu söylemiştik.

İşçilerin üçte ikisine verilen rol, virüsün kucağında çalışmak, stokları büyütmek ve patronların küçülen dünya ticaret pastasındaki paylarını artırmaktır.

Kod-29, kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izinle işsiz bırakılanlara dayatılan görev, çalışan sınıf kardeşleri üzerinde düşük ücret baskısı oluşturup sömürü oranını arttırmak, onların isyan değil, şükür etmelerini sağlamak ve elbette ki turisti rahatsız etmemektir.

Emekçi köylüye verilen rol, orman ve derelerin madenler için yerli burjuvazi ve emperyalist tekeller tarafından talan edilmesini sessizce izlemektir.

Esnafa dayatılan, iflas etmek suretiyle kapitalist krizlerin bir numaralı sonucu olan sermaye merkezileşmesine, yani zayıf sermayelerin yıkılarak giderek daha az elde toplanmasına hizmet etmektir.

Kürt'e verilen (ve değişmeyen) görev, mali-ekonomik sömürgenin klasik sömürgesi olarak işgal edilmek, savaş sanayisini harlayan odun ve hammadde deposu olmak ve en önemlisi de şovenizm yoluyla işçi bilincine kelepçe olmaktır.

LGBTİ+'lara reva görülen, şovenizmin işlemediği yerde gericiliği birleştiren nefret odağı olmaktır. 

Kadınlara verilen rol ise, artan bakım emeğini sırtlamak yanında, işçinin ve işsizin evde öfkesini boşaltabileceği sessiz bir kum torbası olmaktır.

Bu cendereyi parçalamak, bu sefilleştirici ve aşağılayıcı rollerin tam da Türkiye'nin sömürge karakterinden ve Türk burjuvazisinin işbirlikçilik yazgısından kaynaklandığını anlamakla ve bu rolleri reddetmekle mümkün olabilir. Ancak bu yol deve dikenleri ile doludur. Her ne kadar dillerinden düşürmeseler de, Türkiye emekçi solunun geniş kesimlerinin emperyalizm ve sömürgecilik tanımları hastalıklıdır.

Örneğin, önemli bir kesim 1960-70'lerin yeni sömürgecilik tahlilinin ötesine geçememiş, emperyalist küreselleşme gerçeğini okuyamamış durumdadır. Çoğu Kürdistan'ın Türk burjuva devletinin sömürgesi olduğunu zaten kabul etmemektedir. Bunlar, sosyal-şovenizmlerini maskelemek için antiemperyalizmi anti-ABD'ciliğe indirgemekte, Kürt halkını "emperyalizm uşağı" sayarken, ulusal burjuvazinin (hatta emperyalistlerin!) bir kısmını ilerici (hatta antiemperyalist!) kabul edip, ittifak gücü görmektedirler. Dolayısıyla sosyalist devrim lafzı ile süslü olsa da, en ileri önerileri burjuva ulusal kurtuluşçu zırvalardan öteye gidememektedir. Bu da onları doğrudan veya dolaylı olarak burjuva muhalefetin kuyruğuna takmaktadır.

O muhalefet de son kertede Türkiye halklarına yaşatılan bu haysiyetsizliği mültecilere verilen "hayali" haklar safsatasıyla ve Kürt düşmanlığı ile birleştirerek kendi ırkçılığına ve ulusal burjuva bağımsızlıkçı hayallerine tahvil etmeye çalışmaktadır. Oysa emperyalizmin bu evresinde bağımsız kapitalizmler olamaz. İç pazar hiçbir tekelci burjuvaziye yetmez. Çıkarı, emperyalist üretim hiyerarşisine eklenmek, kaderi de, bu faşist iktidarın yaşattığı gibi, krizden krize koşmaktan öteye gidemez. Farklı olarak işçi ve emekçilere sunabileceği şey "en iyi ihtimalle" halkın canına okuyacak yeni bir IMF anlaşması olabilir. Kürt halkına sunabileceği şey de sömürgeci savaşın devamından başka bir şey olmayacaktır.

Kısacası kar varsa, emperyalist bağımlılık ilişkileri de var olacaktır. Bağımlılık oldukça da aşağılanma artarak sürecektir. O zaman aşağılanmak istemeyen, karı ortadan kaldırmalıdır.

Bu yüzden mali-ekonomik sömürgeciliğin kalbine yönelecek isyan sadece ülkenin emperyalizmden tam kopuşunu ve AKP-MHP'nin devrilmesini talep etmekle sınırlanamaz. Bu isyan aynı zamanda tüm fraksiyonlarıyla işbirlikçi ve sömürgeci olan tekelci burjuvazinin iktidarına son verilmesini ve mülksüzleştirilmesini hedef almak zorundadır. Kalan her şey, ama her şey bu hedefe tabidir. Burjuvaziyi iktidardan düşürmekte Türkiye işçi sınıfının baş müttefikinin, rejimin sömürgesi olan Kürt halkı olacağı açıktır. Diğer bir deyişle, Türk işçisi Kürt'ü aşağılamaktan vazgeçip kardeş değil, eşit bir ulus olarak görürse kendi aşağılanmasına son vermek için gerekli adımları atabilir. Her ne kadar mali-ekonomik sömürgelerin süper-sömürüsünden nemalanıyor olsalar da, nesnel eğilimi mülksüzleşmek ve yoksullaşmak olan ve kaderi bizimle kesişen emperyalist ülke işçisi turistler de hedefimiz değil, proletarya enternasyonalizmi ruhuyla uyaracağımız, desteğini isteyeceğimiz müttefiklerimiz olmalıdır.

Türkiye işçi sınıfı müttefikleriyle birlikte ancak antiemperyalist, antisömürgeci, anti-ovenist, antifaşist ve cins özgürlükçü nitelikteki bu demokratik devrimi gerçekleştirirse kendi aşağılanmasına son verebilir ve ancak bu devrim ertesinde kesintisiz ve hızlı bir biçimde kendi öz devrimi olan sosyalist devrime yürüyebilirse hem ekmeğini, hem de onurunu kurtarabilir.