'Devrimci olmak kolay, devrimci kalmak zor'
Işık Kutlu (Kutsiye Bozoklar) buzu kırıp bir nefes almamı sağlamıştı. O, düşeni kaldıran, kalkanı yürüten, yürüyeni koşturan; herkesin payına düşen kavganın zorluğunu, kalanın devrimci olabileceğini miras bıraktı…
Işık Kutlu (Kutsiye Bozoklar) adıyla yaklaşık 20 yıl önce yazılmış bir yazının başlığıydı: "Devrimci olmak kolay, devrimci kalmak zor."
1973 Mart'ında, İstanbul Şehremini'de bir eve karakol kurulmuştu. Ahmet Muharrem Çiçek ölümsüzleşmiş, Kutsiye Bozoklar belinden aldığı mermiyle ömrünün kalanını tekerlekli sandalyede geçirecekti. İşkencelere karşı "yaşamak direnmektir" demek onun payına düşmüştü. İbrahim Yoldaş yakalanmış, Ali Haydar Yıldız ile Meral Yakar'ın acısı henüz tazeyken, yanı başında Ahmet Muharrem Çiçek son mermisine kadar çatışmış ve silahını kırarak ölümsüzleşmişti.
"Benim payıma direnmek düştü" diyordu Kutsiye Bozoklar. Sözünü tutmuştu, yaşamanın direnmek olduğunu, tüm yaşamına uyarlamıştı. Mücadeleden ve üretmekten geri durmadan bir ömür boyu yürüyene, koşana taş çıkarıyordu. Bizim Işık Kutlumuz olarak kaldı aklımda.
Bazen neyin ne zaman insana etki edeceği, o günün koşullarıyla doğrudan alakalı olabiliyor. Duygu durumunuzu parçalayıp toparlayacak olanın zamanlaması çok önemli. Doğru zamanda, doğru ve bilinçli bir müdahale, karşınızdaki taş olsa bile mutlaka bir değişim yaratacaktır. Az-çok tartışmasından bağımsız olarak, anlatmak istediğim; somut koşulların sancısını ve çözümünü, doğru bir tarz ve üslupla aktarabilmek.
Öyle zamanlar vardır ki devrimci olmanın kolay, devrimci kalmanın zor olduğu, bedel ödemeksizin bir adım dahi ileri çıkılamayacağı anlardır. İradenin sınandığı, güvenin doruklarda yaşandığı bu anlar; "kırılmam, düşmem, yenilmem" diyenleri sağa sola savuruyordu. Onlar savruldukça, köklerine sıkı sıkı sarılanlar daha da güçleniyordu.
Böyle zamanlarda atıldık mücadeleye. Bir tarafta hapishanelere yapılan operasyonlar, diğer tarafta buna karşı devrimcilerin girdikleri ölüm orucu direnişi.
Bir gün Ümraniye, diğer gün Bayrampaşa Hapishanesi'nde, akşamları Taksim Meydanında, semtlerde meşaleli eylemlerdeydik. Ölümlerin günlere sığmadığı zamanlardı. Çapa Adli Tıp'tan başlayıp Gazi, Sarıgazi, Armutlu… Mezarlıklarında son bulan uğurlamalar. Sesimiz kısılana kadar gideni onurlandırmaya çalışırdık. Yedi kişilik bir arkadaş grubu olarak atılmıştık mücadeleye. Kimimiz gazete dağıtır, kimimiz gazete-dergi bürolarında yetkinleşmeye çalışırdık. Akşamları toplanır, ayakkabı boyalarımızı alır, yazılamaya çıkardık. Kimimiz erken atıldı mücadelenin en zor koşullarındaki pratiğe. Erken düştü toprağa Seçkin; üşüyen bedeni, o dondurucu soğuğa daha fazla dayanamamıştı. Geriye kalanların kimi erken, kimi geç pes etti.
Alibeyköy direniş evinde nöbetler, sohbetler ve Aydın Yoldaş'ın konuşmalarını dinlemenin insanı nasıl bir pratiğin içine iteceği hiç zor bir tahmin değildi. Ama bu ortamda bile kararsız düşenler oluyordu. Çünkü kararlılığın en üst düzeyde olduğu bir ortam, ancak kararsızları ikiletebilirdi, derdi Berna Yoldaş.
Derin bir sessizlik sarmıştı tüm benliğimi. Bu sessizliğe, bu durgunluğa bir anlam arıyordum. Aslında genç olmak ve etkilenmek, mücadele içerisinde pişerken yanmak… Düşenin her türlüsünden etkileniyorduk. Kimi toprağa düşüyordu, kimi geriye, kimi bireyselliğinin, bencilliğinin düşkünü oluyordu.
O zamanlar toplu taşıma araçlarına gazete bırakmak bir gelenekti. Biz de bir yerden bir yere giderken yanımıza bir gazete alır, otobüse bırakır inerdik. Mesele, otobüse binen onlarca, yüzlerce insanın alıp bakması, okumasıydı. Bir bakıma günümüz sosyal medyasını otobüslerde hayata geçiriyorduk.
Bu durgun, karamsar ve kararsızlığın eşiğinde tanıştım Işık Kutlu ile. Bindiğim otobüste, koltuğa bırakılan Atılım gazetesinde rastlaştık. Sayfaları karıştırırken dikkatimi çeken "Devrimci olmak kolay, devrimci kalmak zor" başlıklı yazıyı okumaya başladım. Daha yazının başında, yakama yapışan iki elin beni sarstığını hissediyordum.
Yazı, devrimci olmanın kolaylığını anlatırken şunları söylüyordu: Bir kitap okumak, bir seminere katılmak ya da bir eylemde slogan atmak, devrimci olmak için yeterli değildi. Asıl mesele, devrimci kalabilmekte, militan olabilmekte, bu uğurda ölebilmek, bedel ödeme cüretini gösterebilmekti. Bunu anlatıyordu Işık Kutlu.
Devrimciliğin bir romantizm, bir öfke patlaması ya da serüven olmadığını; onun bir yaşam biçimi, disiplinli, kararlı, fedakarlık ve cesaretle dolu bir yol olduğunu söylüyordu. Sınıf düşmanlarının işkence, baskı, tehdit ve tuzaklarına karşı koyabilen kişidir devrimci. Devrimci; her türlü zaafını, bireyselcilik eğilimlerini aşmış, kolektif bilinci içselleştirmiş insandır.
Sonra kendi yaşadığı Şehremini ev baskınına atıf yaparak şöyle devam ediyordu: Bir evde kuşatılmak, bir randevuda yakalanmak, haftalarca, aylarca işkence görmek… Bir görevi başaramamak telaşına kapılmak. Ya da kararsız kalıp tökezlemek, en yakın yoldaşınızın sizi yarı yolda bırakıp kaçmasına tanık olmak… Belki dağın başında, ormanın derinliğinde yapayalnız kalacaksınız-tek başınıza, tüm dünya size karşı olacak…
Savaşın yasalarına göre uygulanmadığında nelerin olabileceğini, ihanetin sizi darmadağın edebileceğini, yanı başınızda düşen yoldaşınızın son nefesini her nefeste hissedebilmeyi anlatıyordu.
"İşte" diyordu Işık, "tam bu koşullarda, hala devrimci olarak ayakta kalabiliyorsanız, devrimci bir niteliğe, kadro niteliğine sahipsiniz demektir."
"Devrimci, karşılaştığı her türlü olumsuzluğa rağmen yılgınlığa, umutsuzluğa kapılmayan; paniğe düşmeyen, olumsuzlukları aşmak için mücadele etmekten vazgeçmeyen kişidir. O, kurtuluşa kadar savaşma kararlılığına sahip olan, her türlü zorluğa rağmen bir an bile geri adım atmayan, hatta son nefesini verirken bile tereddüt etmeyendir. Devrimci, içinde yaşadığı tarihsel dönemin en ileri, en nitelikli, en soylu insanıdır."
Devamını sanki kişinin kendisiyle yüzleşmesine dönüştürüyordu. Sarsıyordu, sarsmakla kalmayıp yol gösteriyordu. Olması gerekenin "kalmak" ve "mücadele etmek" olduğunu her satırında anlatıyor, hissettiriyor, yaşatıyordu.
Biz devrimin, sosyalizmin, komünizmin daha baş harflerini bilmezken ölümü tanıyorduk. Yoldaşlarımızı, siper yoldaşlarımızı omuzluyorduk. Bedel ve mücadeleyi anlatıyordu Işık Kutlu; yaşanmışlıklarımızı, yaşayacaklarımızı ve yaşatılacakları özetliyordu. Bunlar karşısında dik durmanın ne demek olduğunu hatırlatıyordu. Onur ve gururun bazı insanlarda kibir ve egoya nasıl dönüştüğünü, zor olanın onurunu ve güzelliğini hissettiriyordu. Bir kağıda aktarılanın insanı tutup çektiği anları yaşıyordum kendimde.
Kolektifliğin, sorumluluğun, görevin ne olduğunu, ölüm orucunda yatan yoldaşlarımızın nöbetini tutarak öğrendik. Böyle bir mücadele ortamında yoldaş olmak başkadır. Ondandır, düşenin, dövüşenin ağırlığı-acısı kabuk tutturmaz yaramıza.
Yeniden yeniden doğmak gerekiyordu; size biçilen kaderi değiştirmek için. Sancısını kendinizin çekeceği, düşlerinizi, hayallerinizi kendinizin boyadığı bir dünyayı ortaklaştırmak için.
"25 Ağustos yeni bir başlangıçtı benim için" diyordu Seçkin. Tekrar doğacaktı, bu sefer olmak istediği, yaşamak istediği hayatta. İsmini kendi koyacaktı: Bir Baran, bir Sinan olacaktı.
Ölüm orucunda olan yoldaşlardan öğrenmiştik, ölüme yatanı alnından öpmeyi. İki elimizle birbirimizin omuzlarından tutup öptük alınlarımızdan. Son sözlerini söylüyordu şimdi, "Fazla arayı açmayın" diyerek sağ yumruğunu kaldırdı: "Bir Dersim yetmez, hedef bin Dersim!" Üst geçitten geçip gözden kaybolana kadar seyrettik donuk bakışlarla. Biz o zamanlar onun kadar cesaretli değildik. Hele de Karadeniz'in yolunu tutmak…
26 Haziran 2003'te Murat Poyraz (Kadir) ve Dursun Önder (Çetin), ardından 11 Ekim 2003'te Zeynel Aslan (Pala İsmail), Cemal Keser (Uğur), Kenan Kösedeniz (Barış) ve Erol Baştuğ (Suphi) yoldaşlar Tokat'ta düşüyordu toprağa. Karadeniz'den ayrılığı zorluyordu şartlar. Yol uzun, pususu bol, geçilecek köprüsü az, suyu çoktu. En hızlı yürüyüşlerini yürüdüler kışa kalmamak için. Vardılar Dersim'e. Karagöl'den aşağı vadiye verdiler kendilerini; tipi, rüzgar, soğuk nefeslerini kesiyordu. Düşüyordu arkada Özgür, önde Seçkin-12 Kasım 2003'te. Bir el tutsa, onlar da tutacaktı yaşamı. Bir göz görse, bir kulak duysa, ölüm uykusu sarmayacaktı bedeni.
Aynı vadiye giriyordum, içimde buruk bir sevinç. Rüzgarın çıkardığı sesler arasından soğuk bir nefes alışverişi duyuyordum. Sağa sola bakıyor, anlatımlardan tahminler yürütüyor, kimseye bir şey sormuyor, sadece ölümsüzleştikten sonra yoldaşların onu altına sakladığı kayayı arıyordum. Vadinin içi, çığlarla gelen yüzlerce büyüklü küçüklü kaya parçasıyla doluydu. Bu halimi, arayışımı anlamıştı Şahin yoldaş. Bir kaya parçasının yanına götürdü ve "Burası" dedi. Köşede taşlarla örülmüş yerde Seçkin'i sardıkları yağmurluğu gösterdi. Onca yıldır orada duruyormuş. Her geçen gerilla, birbirine aktarmış bu bilgiyi, ona da aktarıldığı gibi. Titriyordu ellerim açarken taşları, tekrar yoldaşıma sarılacak gibiydi içim. Dokunuyordum yağmurluğa, çürümüştü bazı yerleri. Naziktim, incitmek istemiyordum. Hiç değilse bu kış üşümesin diye aldım yanıma. Barınakta başımın üstünde en sıcak köşeye koydum. Hasdal Mezarlığına gider, arada bir ziyaret ederdim. Mezarını temizler, halini sorar, halimi anlatırdım. Ondan bir şey vardı yanımda şimdi, hissediyordum. Baharda tekrar aynı yerine koydum. Patikanın hemen yanındaydı yeri, her geçen grubun oturup mola vereceği, soluklanacağı bir yerdi. Artık tüm sohbetlerimize ortaktı.
Kasım hüzündür. Ve bir hüznü daha yaşıyordum 16 Kasım 2017'de. Seçkin'in ölümsüzleştiği yerin 300-400 metre yanıydı. Cenk, Lori, Deniz ve Savaş yoldaşlar düşüyordu toprağa. Adımlarken kaya dibini, kan izlerini gömüyorduk. Savrulmuş bir toka, kırılmış bir tütün tabakası, teki olmayan bir ayakkabı, üç beş mermi, bir bileklik, saat… Toplayarak yetişiyorduk kaya dibine. Yüzlerce, binlerce mermi izi, roket parçaları, taş dayanamamış parçalanmış, kaya tutunamamış kopmuştu. Benim yoldaşlarım son mermilerin de düşmüş toprağa. Düşmüşlerdi de ah dememişlerdi.
Başta da dediğim gibi, bir şeyleri öğrenemeden ölümü öğrenmiştik. Yoldaş olmayı en büyük, en önemli görev bilmiştik. Düşman bilmeden yoldaş bilmiştik.
Ondandır, her patika bize sadece bir yol değildir. İzler, anılar, düşlerle doludur. Hayalleri yarım kalanların hayallerini yüklenirsin o patikada. Bu kadar anı, düş, iz, hayal varken patikalarda; biz bitti demeden bitmez hiçbir şey… Sol omuzumuzdaki karanfillerin mirasıdır, sağ omuzumuzda taşıdığımız askı kayışının izi…
Düşünce Karagöl'ün taşlı, mıcırlı patikasına, karşılar yoldaşlarım. Daha patikanın başında Mesut (Cem Gürgül) ve İsyan (Özcan Öner), sonra Baran (Seçkin Göç), az ileride Cenk (Eren Tali), Lori (Eylem Zeytin), Deniz (Cemile Kocakaya) ve Savaş (Fırat Taşgın), hemen üstlerinde Dursun (Özgür Çakar)… Ölüm orucuna giren yoldaşlardan öğrendiğimiz gibi öperim alınlarınızdan
Saygı, sevgi ve özlemle,
Işık Kutlu (Kutsiye Bozoklar) buzu kırıp bir nefes almamı sağlamıştı. O, düşeni kaldıran, kalkanı yürüten, yürüyeni koşturan; herkesin payına düşen kavganın zorluğunu, kalanın devrimci olabileceğini miras bıraktı…
Saygı, sevgi ve özlemle.