28 Mart 2024 Perşembe

Cumhuriyetin ilanı devrim mi karşıdevrim mi?

Kılıçdaroğlu 1950'ye kadar Cumhuriyetin demokratik olduğunu iddia ediyor. Demokrasi yoksunluğunun bütün günahını DP dönemine, askeri darbelere ve AKP'ye yükleyip kaşla göz arasında ilk 30 yılı aklıyor. Kılıçdaroğlu "Dogmalardan ve ön kabullerden arınmış, özeleştiriden korkmayan" tarihle yüzleşme çağrısı yapıyor. Cumhuriyetin temellerine ve CHP'li dönemlere dokunmayan bir yüzleşme ve özeleştirinin kime ne faydası var ki? Kürt sorununu mu çözer, inanç özgürlüğünü mü getirir yoksa politik özgürlük mü getirir?
 

AYDIN AKYÜZ
Yönetim değişikliğinden bu yana Cumhuriyet gazetesinin yeni çizgisi iyice oturdu. Bu çizgi, fiilen CHP yönetiminin yayın organı rolüne soyunan ulusalcı yorumudur. Kemalist köklerine sımsıkı bağlıdır. Burjuva demokratik çizgideki yer yer emekçi sola göz kırpan köşe yazılarının çıkması bu gerçeği kuşkusuz değiştirmiyor, keza sayfalarında sınırlı biçimde de olsa işçi ve emekçiler ve emekçi soldan haberlere yer vermesi de öyle. Bu durum tıpkı CHP yönetimi gibi, Cumhuriyet gazetesinin de kritik bir duruma devletçi reaksiyonlar göstererek politik İslamcı iktidarla yan yana gelmesi olgusunu dışlatamıyor. Bunun bir çok güncel örneği sıralanabilir.
Cumhuriyetin ilanının yıl dönümünde gazetenin karşılıklı iki sayfasında yayımlanan Alev Coşkun ve CHP Genel Başkanı K. Kılıçdaroğlu'nun yazıları hem Cumhuriyet gazetesiyle CHP yönetiminin bütünleşmesi hem de Kemalist kökleriyle bugün ve gelecek yönelimlerini ele alışta birbirini tamamlaması dikkat çekiciydi.

***

Alev Coşkun, "Cumhuriyet Bir Devrimdir" başlıklı yazısında Cumhuriyetin ilanını 1789 Fransız ve 1917 Ekim devrimleriyle denk bir 'devrim' olarak tanımlıyor. Fransız ve Ekim devrimlerinin dünyayı dönüştürmede oynadıkları role benzer biçimde "1923 Anadolu İhtilali"nin emperyalist güçlere karşı "Asya, Afrika'da yaşanan mazlum ulusların kendi bağımsızlık savaşlarında örnek ol(duğu)" fikrini işliyor.

Bu tespitlerle ilk olarak Ekim devriminin evrensel antiemperyalist niteliği karatılmakta, Ekim'in bu rolü çalınarak Türk ulusal kurtuluş mücadelesine aktarılmak istenmektedir.

Yanı sıra Cumhuriyetin ilanını Türk ulusal mücadelesinin devamı, parçası ve doğal bir sonucu olduğu fikri işleniyor. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Türk ulusal mücadelesi ile Cumhuriyetin ilanı arasında bir süreklilik ilişkisi yoktur. Türk ulusal mücadelesi yaygın yerel direnişler ve onun örgütlü yapısı olan yerel meclisler üzerine inşa edilmiştir. BMM yerel direniş ve meclislere; emekçi sol, yurtsever Kürtler, Türk burjuvazisi ve toprak sahiplerinin ittifakına dayanıyordu. 1921'e kadar burjuva önderliğin hegemonyası zayıf, halkçı güçlerin inisiyatifi ön plandaydı. Burjuva önderliğinin bilinen kanadı az çok toparlanıp güçlendiğinde 1921 başından 1923 Kasımına kadar üç karşıdevrimci hamlede bulundu. Suphiler Karadeniz'de boğduruldu; özerklik isteyen Koçgiri ayaklanması bastırıldı, Ankara'daki komünistler tutuklanıp sahte bir TKP kuruldu; Kuvay-i Seyyare ve Çerkes Ethem Meclis'teki ekibiyle birlikte tasfiye edildi, efe ve zeybeklere burjuva önderliğin hegemonyası dayatıldı, kabul etmeyenlere tecrit uygulandı.

Türk ulusal mücadelesine ilericilik atfedilmesi göre halkçı demokratik karakteri (Hristiyan ve Yahudi inancından halkları dıştalaması, yer yer onlara karşı bir yön kazanması onun bu karakterini gölgeleyen bir unsurdur) ve anti işgalci niteliğidir. Anti işgalci olup, İngiltere ve Fransa emperyalistlerinin Anadolu ve Mezopotamya'ya ilişkin bazı planlarını revize etmek zorunda bıraksa da tutarlı anti emperyalist bir niteliğe sahip değildir.

Karşı devrimci ikinci hamle ise 1923 baharında Birinci Meclis'in dağıtılasıdır. Meclis iç tüzüğü çiğnenerek yapıldı. Böylece 2. grup olarak adlandırılan burjuva muhalefet ve Kürt yurtsever önderler tasfiye edildi; baskı, şantaj ve fiili engellerle yeniden seçilmeleri engellendi. Üçüncü hamle ise Cumhuriyetin ilanıdır.

Cumhuriyetin ilanıyla yeni bir yürütme kurumu olan Cumhurbaşkanlığı sisteme dahil edilir. Meclis tek tek bakanları seçme ve görevlerden alma yetkisine sahipken bu yetki gasp edilir; başbakanın belirlediği kabineye onay vermeyle sınırlanır. Başbakanı belirleme yetkisi ise meclisten alınıp Cumhurbaşkanına geçmiştir. Meclisin yürütme yetkisi elinden alınır, hükümete onay verip vermeme ve sınırlı denetlemeyle sınırlandırılır. Yürütme erki Cumhurbaşkanı ve hükümette toplanarak merkezleştirilir. Böylece birinci meclisteki yürütme ve yasamanın birliği, ayrışarak iç işleyişteki sınırlı demokratiklik ortadan kaldırılır. Fiiliyatta ise iktidar Cumhurbaşkanında yoğunlaşır, hükümet ve meclis bugün olduğu gibi onun basit bir aleti haline gelir.

Bütün bu olgular düzen solunun ve Alev Coşkun'un iddia ettiği gibi Cumhuriyetin ilanı Türk ulusal mücadelesi sürecindeki demokratik ilerici kazanımların bir ürünü olmadığı, aksine geriye doğru bir gidişi simgeler.

***

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, "Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandıralım" başlıklı yazısında Alev Coşkun'u bıraktığı yerden devam edip onu tamamlıyor.

M. Kemal'in ezelden beri "Milliyetin hakimiyetini" ve "hürriyeti" savunduğunu, iktidara geldiğinde 'halkçılık' ve 'cumhuriyetçilik' ilkeleriyle 'özgürlükçü bir siyasi demokrasi'den yana olduğunu iddia ediyor. Ama ne hikmetse bunu kanıtlamak için verdiği ve konuşmalarından alıntıladığı ifadelerin çoğu Türk ulusal mücadele yıllarına ve öncesine ait. Sonraki yıllarda benzer örnekler vermekte epey zorlanmış olmalı ki bilinen gerçekleri ters yüz ediyor. Şahsı ve ve yol arkadaşlarının "Kendilerine kalıcı bir iktidar yaratma yoluna yönelmedi" tespiti 1921-1923 arası yıllarda saydığımız olgular ve Cumhriyetin ilanı ile amaçlananlar ve 20'li ve 30'lu yıllarda yaşananlar tarafından yadsınır. Alev Coşkun'un 'aydınlanma devrimleri' dönemi, Kılıçdaroğlu'nun 'demokrasi' olarak tanımladığı yıllar bugün olduğu gibi Cumhurbaşkanı her şeyin üstündeydi. Bir sözüyle meclise, hükümete, hakime ve savcıya ayar veriyordu. Bugün Vali ve kaymakamların AKP'yle ilişkisi ile o dönem CHP ile ilişkisi benzerdir. O yüzden bugün politik İslamcı iktidara karşı tutarlı yolu Cumhuriyetin ilk 15-20 yılı örnek verilerek yapılamaz; aksine o dönemin iktidar anlayışıyla hesaplaşmaktan geçiyor.

***

Kılıçdaroğlu, Avrupa'da faşizm yükselirken çok partili sisteme geçmeye çalışıldığını söylerken gerçeği bir daha ters yüz ediyor. Mecliste Kazım Karakbekir'in de içinde bulunduğu eski silah arkadaşlarının muhalefetine bile tahammül edilemedi. Önceki tasfiyeler bir yana TPCF komplo kurularak kapatıldı, yöneticilerin bir kısmı tutuklandı. K. Karabekir idamdan son anda kurtuldu. Eski İttihatçı geleneğe bağlı kadroların partileşme hazırlığı yine bir komplo davasıyla engellendi, içlerinden idam edilenler, evlerinde infaza uğrayanlar, ağır hapis cezaları alanlar oldu. TKP'nin hep yasaklı oluşu ve sürekli baskı ve tutuklamaları saymıyoruz bile. Bu mu çok partili rejime geçişmeyi zorlama?

Belli ki Kılıçdaroğlu Serbest Fıkra'nın kuruluşuna atıfta bulunuyor. O girişimin de masum bir tarafı yok. Görüntüyü kurtarmak için kendi kontrollerinde parti kuruluyor. Serbest Fırka'da toplanan halkın öfkesi parti önderliği tarafından denetim altında tutulamayınca apar topar kapatıldı.

Kılıçdaroğlu 1950'ye kadar Cumhuriyetin demokratik olduğunu iddia ediyor. Demokrasi yoksunluğunun bütün günahını DP dönemine, askeri darbelere ve AKP'ye yükleyip kaşla göz arasında ilk 30 yılı aklıyor.

Kılıçdaroğlu yazısının finalinde "Dogmalardan ve ön kabullerden arınmış, özeleştiriden korkmayan" tarihle yüzleşme çağrısı yapıyor. Cumhuriyetin temellerine ve CHP'li dönemlere dokunmayan bir yüzleşme ve özeleştirinin kime ne faydası var ki? Kürt sorununu mu çözer, inanç özgürlüğünü mü getirir, yoksa politik özgürlük mü getirir?