7 Aralık 2025 Pazar

Veysel Baran yazdı | Halk Okulu dergisi demagoji ve grupçu yozlaşma batağından konuşuyor-2

ESP "Cephenin direnişi üzerinden birlikte mücadele zemini" aramıyor. Bu Halk Okulu'nun kuruntusu. ESP, devrimci ve antifaşist partilerin, grupların, demokratik kitle örgütlerinin tecride ve özel olarak da kuyu tipi tecride karşı birleşik mücadele yürütmesinin zeminini arıyor. Bunun için emek harcıyor. Nitekim bir platform da kurulmuş durumda. ESP, aşiret ve kan davası kültürüyle hareket etmediği için, bu platformla "Cephe" arasında şu veya bu düzeyde bir eylem birliği sağlanırsa elbette buna itiraz etmez. Bu ayrı bir mesele.

Bugün Halk Okulu'nda maddileşen zihniyet ve devrimci harekete bakışta görüş açısı, yozlaşmaya vardırılmış dar grup çıkarcılığı ve çarpıtma bağımlılığıdır. Bundan kurtulma isteği göstermediği için zaman zaman bu durumun dışına çıksa da, bağımlısı olduğu zayıflıklara geri dönüyor. Bunun devrimci mücadeleye, devrimci parti ve gruplar arasındaki ilişkilere verdiği zarara gözlerini kapatmakta ısrar ediyor. Yazının birinci bölümünde bunun değişik örnekleri ele alınmıştı. Burada Halk Okulu'nun iddiaları temelinde birkaç konuyu daha tartışacağız.

F TİPLERİNE KARŞI ÖLÜM ORUCU EYLEMİNDE KİMİN NASIL BİR SORUMLULUĞU VAR
Halk Okulu'nun F tiplerine karşı yürütülen ölüm orucu eylemi etrafında yürüttüğü tartışmalar dar grup çıkarcılığı ve çarpıtma bağımlılığının örneklerinden biridir. Ciddiyetten uzaktır. Komünistler bu mesele etrafında yıllardır yapılan tartışmaların dışında kaldılar.

Bu konuda iki sağlıksız yaklaşım ortaya çıktı. Birincisi, F tiplerine karşı ölüm orucu eylemini, kadro kayıpları şahsında devrimci hareketin yıkımı, tasfiyecilik döneminin başlangıcı sayan Alınteri'nin anlayışı. İkincisi, birleşik mücadele konusunda kelimenin en olumsuz anlamında grupçu siyasi kültürle düşünen, duygulanan, hareket eden; o yüzden de F tiplerine karşı mücadelenin amaçlarına ulaşması imkanlarına darbeler vuran Halk Okulu anlayışı.

Halk Okulu yazarları durumlara, sorunlara, olaylara bakışta nesnellikten yoksunlar. Kendi gerçeklerine karşı eleştirelliği zayıflık, prestij kaybı gören bir küçük burjuva zihniyetle düşünüyorlar. Belirli siyasi koşullar ve güç ilişkileri altında eylem biçiminde farklılaşmak, geri çekilmek, düşmandan koparılıp alınacak haklar karşılığında kimi taleplerde uzlaşmaya gitmek gibi politikaya dahil konularda söz konusu olan kendileri değilse "kaçmak" nitelemesiyle konuşmaya, yazmaya, sayfalarca demagoji yapmaya dünden hazırlar. F tiplerine karşı ölüm orucu eylemiyle ilişkilenişleri de böyledir. Bu konuda temel soru şudur: 19 Kasım 2000'de ölüm orucu eylemini başlatan DHKP-C, TKP (ML) ve TKİP davalarından tutsaklar stratejik bir saldırı olduğu görülen F tipi planı karşısında zindanlarda ve sokakta birleşik mücadelede ihtiyacına neden gözlerini kapatmışlar; devrimci hareketin gücünün en verimli biçimde değerlendirilmesi imkanı karşısında neden bu kadar sorumsuz davranabilmişlerdir.

MLKP, TKP/ML, TİKB, TDP, MLSPB, Direniş Hareketi dava tutsaklarının şimdi sokaktaki mücadeleyi önde tutalım, zindanda sokağı canlandırıcı bir tavır olarak açlık grevi pratiği geliştirelim; düşman F tiplerine götürmek için saldırdığında barikat direnişiyle karşılık verelim, F tiplerine götürülmeyi engelleyemezsek orada ölüm orucuna başlayalım önerisi neden reddedildi? Bu parti ve örgütler 19 Aralık geldiğinde sürdürdükleri açlık grevini 3 Ocak'tan itibaren 49 yoldaşları şahsında ölüm orucu saldırısına dönüştürmediler mi? Sonra ölüm orucu müfrezelerini 2. grup, 3. grup biçiminde yeni savaşçılarla takviye etmediler mi? Bir an önce başlamanın, birleşik mücadeleyi zorlamamanın, tersine düşmanlaştırıcı söylem ve pratikler geliştirmenin savaşıma en küçük bir katkısı oldu mu?

Pratiğin ortaya çıkardığı gibi devrimci hareketin bütünü kararlıydı. 19 Aralık barikatları, F tiplerindeki direnişler, ölüm orucu eylemleri, kitlesel SAG direnişleri ve tahliye olan ölüm orucu eylemcilerinin bazılarının eylemi dışarıda da sürdürmesi bunu herkese gösterdi.

Pekala en baştan itibaren 4., 5., 6., 7. ölüm orucu ekiplerinde olduğu gibi birleşik hareket edilebilirdi. Birleşik mücadele ile gücün doğru ve uzun süreli bir savaşıma göre mevzilendirilmesi, hem tecride karşı mücadelede önemli kazanımlar elde etmek için; hem de toplumsal psikolojinin olumlu yönde değiştirilmesi, kitle desteğinin büyütülmesi için büyük bir imkandı.

Bu gerçeğe gözünü kapamak, Alınteri gibi eylemden yönünü şaşırmışlık ölçüsünde pişmanlık duymak da, Halk Okulu gibi "her yaptığım doğruydu", "beni yalnız bırakıp kaçtılar" demagojisi yapmak da yol gösterici olamaz. Halk Okulu, sorumsuzluğun, yozlaşmış grupçuluğun savunuculuğu yaparak; yarı lümpen hakaretleri maharet sanarak bu gerçeği ortadan kaldıramaz.

Oysa başka bir yoldan ilerlenebilirdi? Tıpkı 2001 baharında, MLKP davası tutsaklar örgütlenmesinin TKP (ML) davası tutsaklar örgütlenmesine [bugünkü MKP'ye] ölüm orucu eyleminin birleşik hale getirilmesini önermesi; oradan gelen olumlu yaklaşım üzerine durumu TKP/ML davası tutsaklar örgütlenmesinin gündemine taşımasıyla başlayan günlerde olduğu gibi. Bilindiği gibi 4., 5., 6., 7. ölüm orucu grupları adımı bu zeminde şekillendi. Ne var ki çok gecikilmiş, düşman zorla müdahaleleri hızlandırmış, tahliyelerle ölüm orucunu kırma planını devreye sokmuştu. Sokaklarda eylemin başarısına inanç en düşük seviyeye inmişti. Tutsak kitlesi içinde de görülebiliyordu bu. DHKP-C davası tutsaklar örgütlenmesini, iradesi kırılan ölüm orucu gönüllüsü arkadaşlarını "hain" ilan etmeye mecbur eden bu tabloydu. O koşullarda bile DHKP-C tutsaklar örgütlenmesi birleşik mücadele için yarı gönüllüydü. Halk Okulu'nun kusursuzluk övgüleri yaptığı siyasi yapı içeride de dışarıda da grupçuluğu sürdürdü. Öyle ki, Halk Cephesi'nden ölüm orucu şehitlerinin uğurlamalarına katılan devrimci sosyalistlere eylem yerinden ayrılmalarını dayatabildi, zorba tavırlar geliştirmeye kalkabildi. Güven ilişkilerini çok ciddi biçimde sarstı, kimi açılardan yıktı.

Şimdi ölüm orucunun sonlandırılması hakkındaki Haziran 2002'de yayınlanan değerlendirmede söylenenlerin bir kısmını aktaralım:
"2002 baharında, 8. ölüm orucu müfrezeleri çıkarılması yolundaki girişimlerimiz karşılık bulmadı. Böylelikle komünist, devrimci partiler ve örgütler 'üç kapı üç kilit' gündemine birleşik bir enerji ve itilim sağlama olanağını kullanamadılar."
"2001 Ağustosunda MLSPB'nin tüm muhatap gruplara götürdüğü ölüm orucu eylemini bitirme önerisine 'hayır' yanıtı veren partimiz, özellikle 2002 baharından itibaren bu yönde yeni önerilerle yüz yüze kaldı. Mayıs ortalarına kadar buna da 'hayır' dedi ve sürece yüklenme çağrısında bulundu."
"DHKPC'nin diğer parti ve örgütlerle herhangi bir tartışmaya ve ortaklaşma çabasına girmeksizin 1 Mayıs'tan itibaren 8. Ölüm Orucu Ekibini çıkarması, bir yıl önce sağlanan birleşik hareketin bozulmasına yol açtı. Bu koşullarda, o dönem hala eylem içinde yer almaya devam eden bazı gruplardaki eylemi sonlandırma düşünce veya eğiliminin karara dönüştüğü görüldü."
"Gerek Mayıs sonuna değin eylemde olan bazı devrimci grupların kesinleşmiş eğilimleri, gerekse de sokakta etkin ve güçlü bir hareket oluşturmadaki yetersizlikler ölüm orucu mevzisinden geri çekilmeyi; savaşımı başkaca araç ve biçimlerle sokak merkezli olarak sürdürmeyi ve bu temelde yeni bir saldırıya hazırlanmayı koşullamıştır."

Bu gerçeklere ve sonlandırma açıklamasının altında 20 Ekim'deki süresiz açlık grevini başlatan, 19 Kasım 2000'de SAG'ni ölüm orucuna dönüştüren üç yapıdan TKP (ML)'nin [MKP'nin] imzasının da yer almasına rağmen, "19-22 Aralık Katliamından sonra F Tiplerinde ölüm orucuna başlayıp daha sonrada direnenleri yarı yolda bırakıp kaçanların başını çeken ESP'ydi" diye yazma gözü dönmüşlüğü sergileyebilen Halk Okulu'na soruyoruz:
1984 ölüm orucu bırakıldığında tek bir talep kabul ettirilmiş miydi düşmana? Neden bırakıldı? Eylemin bırakılıp kaçılmadığının nesnel ölçüsü nedir?
19 Kasım 2000'de başlatılan ölüm orucu bırakıldığında F tipi tecridi kıracak hangi talep kabul ettirilmişti? Aynı koridordaki üç hücre kapısının açık olması talebine yaklaşan bir adım atıldı mı? "Üç kapı üç kilit" kampanyasına küfür edenlerin "zafer" olarak sundukları neydi?
Daha bütünde soralım, örneğin 80'li yıllarda bütün bir örgüt için alınan "ricat" kararı mücadeleden kaçmak mıydı?

Demagog Halk Okulu, komünistlerin ölüm orucu eylemine son verdikten sonra, açıklamada ifade edildiği gibi mücadelenin yasal ve özgür biçimleriyle tecride karşı savaşıma devam ettiklerini; 2001 Mayıs'ı sonrasında ölüm orucunu sürdüren DHKP-C davasından tutsaklar şehit düştüğünde adlarına eylemler örgütlediklerini (örneğin, 27 Ağustos 2002'de son on günde ölümsüzleşen direnişçiler; 29 Ağustos 2002'de Birsen Hoşver ve Gülnihal Yılmaz; 2 Eylül 2002'de Fatma Tokay anısına eylemler) "hatırlamaz" tabii. Fakat Halk Okulu hatırlamak istemiyor diye gerçekler ortadan kalkmaz.

KUYU TİPLERİNE KARŞI MÜCADELEYE İPOTEK KOYMA HAKKI OLDUĞUNU SANMAK TRAJEDİSİ
Komünist tutsaklar faşizmin 19 Aralık 2000 saldırısına karşı kurulan barikatlara, 26 Eylül 1999'daki Ulucanlar direnişinden, Ulucanlar katliamına karşı çeşitli hapishanelerde kurulan barikatlardan, malta işgallerinden ve rehin alma eyleminden; 5 Temmuz 2000'deki Burdur hapishanesi direnişinden ve 25 Temmuz 2000'deki Bergama hapishanesi direnişinden geçerek geldiler. Kasım 2000'den başlayarak kitlesel açlık grevlerinin içinde oldular. 3 Ocak 2001'den 28 Mayıs 2002'ye kadar zindanlarda ve 29 Aralık 2001'den 28 Mayıs 2002'ye kadar dışarıda ölüm orucu eylemindeydiler.

Hapishanelerdeki mücadeleye kitle desteğinin en zayıf olduğu dönemde, Şubat-Nisan 2001 sürecinde üç kapı üç kilit kampanyası yürüttüler.

2004 sonunda Ceza infaz Yasası devrimci tutsakların bir dizi hakkının gasp edilmesi hedefiyle değiştirilmek istendiğinde sokaklarda yine komünistler vardı. 7 Aralık 2004'te faşizmin başkentinde 46 tutuklamayla sonlanan molotofların da kullanıldığı fiili meşru eylem bunun öne çıkan örneği oldu.

Nisan 2001'den, Ocak 2003'e kadar tecride karşı veya ölüm orucu şehitlerinin anısına giderek yoğunlaşan biçimde boy veren devrimci şiddet eylemlerinin; keza 2016'dan sonraki faşist terör kampanyası yıllarında hapishanelerle bağlı etkili eylemlerin marksist leninistlerce örgütlendiği kimse için bir sır olmasa gerek.

Bütün bu canlı ilişkileniş bir yana, komünistlerin politik önderlik anlayışı sömürenlerle-sömürülenler, ezenlerle-ezilenler, zenginlerle-yoksullar arasındaki tüm politik, toplumsal ve iktisadi sorunlarda, çelişkilerde, mücadelelerde devrimci görüş açısından taraf olmak, ilişkilenmek, müdahalede bulunmak temeli üzerinde yükselir. Bu hangi biçimde olursa olsun ipotek kabul etmez bir durumdur. Dolayısıyla "Kuyu tipi tecride karşı mücadele edecekler bizden icazet almalıdır, bir etkinlik yaptıklarında mücadelenin öncüsü olarak bizi çağırmalıdır" havasında yazıp çizmek tipindeki "sahiplik" anlayışını muhatap kabul etmez. Ortada ezilenleri ilgilendiren bir sorun var, ezilenlerin öncü kesimlerini bu konuda birleşik mücadele örgütlemeye, geniş kitleleri mücadeleyi omuzlamaya çağırmak doğal devrimci görevdir. Ki, Halk Okulu'nun önceden sözünü bile etmemişlerdi, bugün "Kuyu Tipleri ve sürmekte olan ölüm oruçları ve süresiz açlık grevleri üzerinden kendi propagandasını yapmaya çalışıyor" biçimindeki yalanının aksine bu konu Eylül 2025'teki panelden başlanarak gündemleştiriliyor değildir. Mart 2023'te düzenlenen sempozyumdan başlanarak Kuyu Tipi hapishanelerin kapatılması talebi yükseltilmiştir. Yazının I. Bölümünde, Ocak 2024'teki çalışmalar hatırlatılmıştı. Yalana batmış vaziyette devrimci sosyalistlere "ahlak" dersi vermeye kalkmak, utanması olan için özeleştiri gerektirir. Yazık ki, küçük burjuva rekabetçiliğinin ruhunu verdiği, dahası yozlaşmışlık sınırlarına varan Halk Okulu grupçuluğunun utanması yoktur.

Halk Okulu, "ESP için ne değişti de bugün Cephe'nin direnişi üzerinden birlikte mücadele zemini arıyor? Cephe ile ilişki kesmenizin, Cephe savaşçılarının cenazelerine katılmayın diye bildiri yayınlamanızın öz eleştirisini verdiniz mi" diye soruyor.

ESP "Cephenin direnişi üzerinden birlikte mücadele zemini" aramıyor. Bu Halk Okulu'nun kuruntusu. ESP, devrimci ve antifaşist partilerin, grupların, demokratik kitle örgütlerinin tecride ve özel olarak da kuyu tipi tecride karşı birleşik mücadele yürütmesinin zeminini arıyor. Bunun için emek harcıyor. Nitekim bir platform da kurulmuş durumda. ESP, aşiret ve kan davası kültürüyle hareket etmediği için, bu platformla "Cephe" arasında şu veya bu düzeyde bir eylem birliği sağlanırsa elbette buna itiraz etmez. Bu ayrı bir mesele.

İKİ DEVRİMCİNİN CENAZESİNE KATILMAMA TAVRININ YALANLA ÇARPITILMASI
Halk Okulu, belirli bir kesitte alınmış tepkisel bir tutumu yalanla çarpıtıp yeni kuşaklara sunarak karalama veya çamur atma yönteminde ustalığını sergiliyor. 312. sayısının 4. sayfasında genelleyerek "bildiri yayınladılar" diyor. 6. sayfada bir parça düzelterek "kendi kitlesine özel bildiri yayınladı" ifadesini kullanıyor.

Gerçeğin bütünü nasıldır?
1) Halk Okulu geleneği kimi mahallelerde, örneğin 1 Mayıs'ta, Gazi'de çetelerle pragmatist ilişkiler içindedir ve tek tek bazı çetecileri himaye etmektedir. Bunların mahallerde yarattığı değişik gerilimler olmaktadır.

2) Gazi'de bir ESP taraftarı vuruldu, iki kişi tarafından hastanenin girişine bırakıldı. Halk Cephesi'nin bir gösterisi anında vurulduğu anlaşıldı. Konuya dair araştırma Nalbur çetesine mensup kişilerin eylem kitlesine dahil olduğunu gösterdi. Eylemde kimi özel görevler üslendikleri kanaati oluşmuştu. Muhataplardan durumun sorumluluğunu kabul etmeleri ve özür dilemeleri istendi. İlerleme sağlanamayınca açıklama yapıldı. ESP yaptığı açıklamada Mustafa Ceylan'ın Halk Cephesi tarafından kurulan barikat sırasında vurulduğunu ve sorumluluğun Halk Cephesinde olduğunu devrimci kamuoyu ile paylaştı.

3) Önceki yıllardan başlayarak yarı lümpen kesimlerle, çetelerle pragmatist ilişkilerin önemli bir rol oynadığı sorunlar çözülmek yerine örtbas edilmeye çalışıldı. Olaylar mücadeleye, ilişkilere ciddi zararlar verme yönünde gelişiyordu. Son olayda Halk Cephesi'nden sorumluğunu kabul etmesi, özür dilemesi istendi. Halk Cephesi önce inkar yolunu seçti, epey sonra da "uyuşturucu çeteleri vurdu" propagandasına girişti. (Nitekim Halk Okulu, "uyuşturucu çetelerinin katlettiği taraftarlarını Cephe'nin üstüne attılar" diye yazmaya devam ediyor) Toplam gelişmenin bu son örneği devrimci sosyalistleri ikili ilişkileri kesmeye yöneltti. İlişkiler kesildi.

4) İlişkilerin dondurulduğu dönemde iki devrimci şehit düştü. Doğal olarak yapılacak uğurlamaya katılıp katılmama sorusu gündemleşti. Halk Okulu'nun söylediği gibi ESP yönetiminden, ESP kitlesine değil, iç iletişim ağından Parti Meclisi üyelerine ve İl yönetimine bir e-mail gönderilerek, özetle, eylemin devrimci bir eylem niteliği taşıdığının şüphesiz olduğunu, buna rağmen Halk Cephesi ilişkilerde herhangi bir özeleştirel yaklaşım eğilimi göstermediğinden ve aksine gerilimi tırmandırıcı davranmaya devam ettiğinden uğurlamaya katılınmayacağı söylendi.

Ki, bu karar, devrimci sosyalist mekanizmalar içinde, ilişki kesmenin şehit uğurlamalarını kapsam dışı bırakması gerektiği, provokatif bir ortam oluşacağına dair veriler olmadıkça katılımın esas alınması görüşü temelinde eleştirildi. Örneğin iki Grup Yorum militanının uğurlanmasında olduğu gibi sonraki dönemde bu perspektifle hareket edildiği görmek isteyen herkes için açıktır.

Halk Okulu'nun e-mailin içeriğini tam olarak yansıtmaksızın, böyle bir e-mailin yazılmasına yol açan sürecin gerçeklerinden hiç söz etmeksizin ve sonrası dönemde nasıl bir tavır alındığını ifade etmeksizin durumu genel bir tutum gibi yansıtması kirli bir yöntemdir.

Bir hayli uzayan yazının bu ikinci bölümünü kapatmadan "Gülsuyu'nda uyuşturucu çeteleri saldırınca mahalleyi terk edip kaçtılar" yalanına da değinelim.

O dönem devletin yerel gücü olarak hareket eden faşist çetelere karşı mücadeleyi devrimci sosyalistler yürütüyordu. Bu mücadeleye kısmen destek veren tek devrimci grup Partizan'dı. Ciddi çatışmalar yaşandı. Bu çatışmaların sürdüğü koşullarda yeterli güvenlik alınarak ve barikatlarla çevrili biçimde yaklaşık 3 bin insanın katıldığı Gülsuyu festivali örgütlendi mahallenin ortasında.

Çatışmalarda, aralarında Suruç/Pirsûs ölümsüzümüz, daha sonraki yıllarda KGÖ Merkez Komitesi üyeliğini omuzlamış Cebrail Günebakan yoldaşın da bulunduğu biri ağır 4 yaralı verildi. Bu koşullarda faşizmin devrimcilere yönelik gözaltı ve tutuklama saldırısı başladı. Ortaya çok ciddi bir örgütsel boşluk çıktı. 2-3 haftalık bir müdahalesizlik oluştu. Parti binası iki hafta kapalı kaldı. Fakat kimse mahalleden çekilmedi. Mahalledeki kitleyle ilişkiler sürdü. O süreçte duruma müdahale edecek güç takviyesi yapılmaya çalışıldı. Örneğin Suruç şehidimiz Duygu Tuna yoldaş alana gönderildi. Parti binası açıldı, işlevli hale getirildi.

Durum buyken, "kaçtılar" demek alçakça bir karaçalmadır.

Halk Okulu bilmiyorsa hatırlatalım: bütün o çatışmalar sürecinde bir kez bile ortalıkta görünmeyen Halk Cephesi, tutuklamalar sonrası sahaya çıktı. Başka mahallerden getirdikleri güçlerle yürüyüş örgütlediler. Komünistler, Gülsuyu'nda faaliyet yürüten yerel Halk Cephelilere, koruma önlemi almalarını, çetenin silahlı saldırı yapma ihtimalinin ciddi olduğu söylediler. Dikkate alınmadı. Hasan Ferit Gedik o yürüyüşte ölümsüzleşti. Yürüyüş sonrası Halk Cephesi mahallede bir şey yapmadı. Katliama karşı başlattığı genel kampanya kapsamında açık kitle çalışması bile yürütmedi Gülsuyu'nda.

Bu gerçekleri ancak dergi sayfalarında tepetaklak edebilirsiniz. Daha fazlası değil.

Halk Okulu'nun bütün bu yaklaşımları, bu grupçu yozlaşmaya, bu sınır, ölçü tanımaz rekabetçiliğe dayalı siyasi kültürü yapısaldır. Eylül 2000'de Boran Yayınevinin çıkardığı "Zafer Yolunda-1" adlı kitapta bunun bolca kanıtı vardır. Orada yazılanlara inanırsak, "oportünist sol" "yıllardır hareketi bölmek için büyük bir iştahla beklemektedir"; Devrimci sola karşı "köklü, düşmanca bir geleneğe sahip"tir; "tarihi boyunca Devrimci Hareketin yanında her zaman ezik" kalmıştır; "Devrimci Sol'un son yediği operasyonlar nedeniyle içinde bulunduğu durumu fırsat olarak değerlendiren oportünist sol ve küçük burjuva milliyetçisi PKK, oligarşi paralelinde Devrimci Sol'a yönelttikleri saldırılarını yoğunlaştırmışlardı." (abç) "Oportünist solun, Kürt milliyetçiliğinin ve düşmanın büyük bir istekle beklediği gün, 13 Eylül 1992 günü gelmişti" vb! (abç)

Bu kadarı yeterli olsa gerek.
Zihin sözlüğünde kelimenin olumlu anlamında "dost", "dostluk" sözcüğünün yer almaması; dostunu, tıpkı düşmanını kollar gibi kollamayı devrimcilik sanmak ne kahredesi bir trajedidir.