Deniz Erek yazdı | MEB ve patronlar eliyle sertifikalı kölelik düzeni
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in, çocukların can güvenliğine ve sömürüye dair yükselen haklı eleştirileri, "Bizi rahatsız etmiyor" diyerek geçiştirmesi ve "Eleştirilere inat, sektörle çalışmaya devam edeceğiz" şeklindeki meydan okuması, sermaye ile kurulan suç ortaklığının en üst düzeyden itirafıdır. Bu "inat", politik bir tercihtir, yoksul halk çocuklarının yaşam hakkına açılmış fiili bir savaştır. Karşımızdaki tablo bir eğitim modeli değil, çocukların geleceğinin ve canının sermayenin kar hırsına kurban edildiği, devlet eliyle meşrulaştırılan bir "iş cinayetleri rejimi"dir.
İstanbul'da 1-3 Aralık tarihlerinde düzenlenen Türkiye Yüzyılı Mesleki ve Teknik Eğitim Zirvesi'nin manşetine koyduğu "meslek 5.0" ve "dijital dönüşüm" gibi süslenmiş kelimelerin ardında, eğitim hakkı elinden alınan binlerce çocuk, genç ve sadece 2025 yılında katledilen 85 çocuk işçi bulunuyor. Zirve salonunda yapay zeka ve teknoloji konuşulurken katledilen işçi çocukların adı dahi anılmadı.
Protokol koltuklarına göz gezdirildiğinde bu duruma şaşırmamamız gerektiğini görürüz. İstanbul Ticaret Odası'ndan Ankara Sanayi Odası'na, MÜSİAD'dan Türkiye İhracatçılar Meclisi'ne çok sayıda patron örgütünün temsilcisi, bütün iştahlarıyla protokolde yerini almıştı.
Bu kadar patronu bu salona çeken mıknatısın ne olduğunu açıkça anlatmak gerek: Ucuz iş gücü. Meslek liseleri, ortaokulları ve MESEM tezgahına sürülen çocuklar, bakanlığın belirlediği asgari ücretin üçte birine, yani sefalet ücretinin üçte birine çalışmak zorunda bırakılıyor. Bu sefaletin en vahim kısmı sömüren patronun cebinden tek kuruş dahi çıkmaması. Sermaye, sömürüsünü aslında işçiler için ayrılması gereken İşsizlik Sigortası Fonu üzerinden finanse ettiriyor. Patronların da bizzat itiraf ettiğine göre işletmeler için bu çocuklar "sıfır maliyetli" emek gücü; tek giderleri yemek ve iş kıyafeti. Yani zirve masasında el sıkışılan şey, işçinin fonunun patronun kasasına "teşvik" adı altında hortumlanmasıdır.
Yusuf Tekin zirvede yaptığı konuşmada, "zanaat atölyeleri" eliyle çocuk işçilik yaşının resmi olarak ortaokullara kadar düşürülmesinden de büyük bir iftiharla bahsetti. "Zanaat atölyeleri" adı verilen bu projeyle, henüz 11-12 yaşındaki yoksul halk çocukları, eğitimden koparılıp sanayinin dişlileri arasına itiliyor. Bakanlığın bu erken işçileştirme projesine giydirdiği kılıf ise "Ahilik" geleneği. Zirve kürsüsünden "iş ahlakı" ve "disiplin" güzellemeleriyle anlatılan Ahilik, aslında modern zamanların sömürü çarkında çocuklara "itaat etmeyi", "ses çıkarmamayı" ve sefalet ücretine rıza göstermeyi öğretmenin kültürel bir aracı olarak kullanılıyor. Yani "meslek 5.0"ın ışıltılı dünyası, aslında çocukların ortaokul sıralarından alınıp, Ahilik sosuna batırılmış bir itaat kültürüyle fabrikalara hapsedilmesinden ibaret.
Sömürünün kapsamı sadece sanayi sitelerindeki atölyelerle sınırlı kalmıyor; zirvede masaya yatırılan planlar, gençliğin geleceğinin savaş sanayisinin ihtiyaçlarına göre dizayn edildiğini de gösteriyor. Zirve boyunca süslü sunumlarla anlatılan "gelecek vizyonu", aslında bu kuşağa dayatılan rolün ne kadar karanlık olduğunu da ele veriyor. Özellikle "Türkiye Yüzyılı" hamasetiyle parlatılan oturumlarda, mesleki eğitimin savunma sanayisine entegrasyonu en kritik gündemlerden biriydi. Zirve kulislerinde ve ilgili protokollerde görüldüğü üzere, yaratılmak istenen "meslek 5.0" nesli, bilimsel ve özgür düşünen bireylerden değil; savaş sanayisinin dişlilerini döndürecek "teknik itaatkarlar"dan oluşuyor. 13 meslek lisesini kapsayan "Elmas" projesi ve savunma sanayi şirketleriyle imzalanan protokoller, liselilerin ve MESEM'li çocukların "yerli ve milli" kılıfı altında savaş baronlarına ucuz işçi olarak pazarlandığını kanıtlıyor. TEKNOFEST'lerle gözleri boyanan bu kuşaktan beklenen; sorgulamadan üreten, düşük ücrete rıza gösteren ve gerektiğinde sermayenin çıkarları için "teknik bir asker" gibi çalışan birer "ara eleman" olmalarıdır.
Bu kuşağa biçilen rolün ne kadar karanlık olduğunu görebilmek için zirve kapsamında şatafatlı sunumlarla kurulan 55 çalışma masasına ve "Endüstriyel Otomasyon" adı altında parlatılan çalıştaylara bakmak yeterli. O kürsülerden yükselen "insan-makine işbirliği" veya "yapay zeka tabanlı karar mekanizmaları" gibi fütüristik ve süslü kavramlar havada uçuşsa da bu cilalı sözlerin maskelediği, satır aralarına gizlenen sınıf gerçeği bambaşkadır.
Bugün sermaye, o masalarda düşünen, sorgulayan, hak talep eden veya üreten yaratıcı bir gençlik hayal etmiyor. Aksine; meslek liseleri, ortaokulları ve MESEM gibi projelerle kurumsallaştırılan, sefalet ücretlerine mahkum edilmiş, otomasyon sistemlerine "sorunsuz" entegre olmuş bir kitle amaçlıyor. Makinenin acımasız hızına ayak uyduran, insani ihtiyaçları törpülenmiş ve sadece verilen komutu uygulayan itaatkar bir "operatör nesli" yaratmayı hedefliyorlar.
Zirvelerde övülen o meşhur "dijital dönüşüm", sanılanın aksine işçinin sırtındaki ağır yükü hafifletmek veya mesai saatlerini insani seviyeye çekmek için değil; işçiyi dijital bir panoptikon altında daha verimli sömürmek için kurgulanıyor. Teknoloji burada emekçinin refahı için değil, üretim sürecindeki iradesinin ve denetiminin tamamen makineye, dolayısıyla patrona, teslim edilmesi için bir kırbaç işlevi görüyor. Bu sistemde, "eğitim" adı altında fabrikalara ve atölyelere sürülen çocuklar, asgari ücretin bile çok altında kalan, karın tokluğuna dahi yetmeyen harçlıklarla çalıştırılıyor. Mesleki ve teknik eğitim adı altında devlet eliyle meşrulaştırılan bu sömürü çarkında, iş güvenliğinden yoksun, ağır sanayi koşullarında ter döken gençlere biçilen değer, bir makine parçası kadar bile değil.
MESEM'ler için yapılan saha araştırmalarında konuşan işletmeci ve öğretmenlerin birçoğu, patronların çocukları yalnızca emeğini ücretsiz sömürdüğü sürece çalıştırdığı, birçoğunun staj süresi biter bitmez kovulduğu ve yerlerine yeni MESEM'lilerin geldiğini aktarıyor. Zirvede açıklanan bir diğer istatistik olan, ortaöğretimdeki öğrencilerin yüzde 40'ının meslek liseli olduğu gerçeği, bu sömürü pratiğinin amacını gün yüzüne çıkarıyor. Bir neslin ve düzenli olarak gençliğin yaklaşık yarısının sömürü çarklarının içine itilmesidir bu amaç.
Sonuç olarak, İstanbul'da "Türkiye Yüzyılı" vizyonuyla parlatılan bu zirvenin hizmet ettiği şey, sermayenin çocuk bedeni üzerindeki tahakkümünün perçinlenmesidir. Kürsülerden "meslek 5.0" ve "dijital gelecek" nutukları atılırken, sanayi sitelerinin izbe köşelerinde, pres makinelerinin arasında, inşaatlarda sadece 2025 yılında can veren 85 çocuğun sessiz çığlığı, o salonun yalıtılmış duvarlarını aşamamıştır. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in, çocukların can güvenliğine ve sömürüye dair yükselen haklı eleştirileri, "Bizi rahatsız etmiyor" diyerek geçiştirmesi ve "Eleştirilere inat, sektörle çalışmaya devam edeceğiz" şeklindeki meydan okuması, sermaye ile kurulan suç ortaklığının en üst düzeyden itirafıdır.
Bu "inat", politik bir tercihtir, yoksul halk çocuklarının yaşam hakkına açılmış fiili bir savaştır. Nitekim zirve kapısında "Çocukların kanı elinizde" diyerek bu yakıcı gerçeği haykıran TİP'li öğrencilerin yaka paça gözaltına alınıp tutuklanması, rejimin önceliğinin çocukları yaşatmak değil, onları sömüren patronların düzenini korumak olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
MESEM ve türevi projeler; işçi çocuklarını "diplomalı işsizlikten" kurtarma vaadiyle, "sertifikalı köleliğe" ve savaş sanayisinin ihtiyaç duyduğu "teknik itaatkar" bir yaşama mahkum etme tuzağıdır, bu yüzden karşımızdaki tablo bir eğitim modeli değil, çocukların geleceğinin ve canının sermayenin kar hırsına kurban edildiği, devlet eliyle meşrulaştırılan bir "iş cinayetleri rejimi"dir.